30 Nisan 2016 Cumartesi

Gülsüm'ün gülmeyen yazgısı...

Yetişin Gülsüm bayıldı” diye bir çığlık! Uğultu, oradan oraya koşuşturan işçiler! Birileri “kolonya yok mu!” diye bağırıyor, bir başkası koşturarak su getirmeye gidiyor. Kalite kontrol masasının önüne koşuyor herkes. Gülsüm yerde boylu boyunca uzanmış, gözleri kapalı, yüzü sapsarı! Herkes telaşlı, en çok da Kenan! Sevdiği kız yerde baygın yatıyor kolay mı! Derken “dağılın!” diye gür sesiyle Sadık Usta beliriyor. Kimse sevmez Sadık Usta'yı; hem sevmezler, hem de korkarlar. Aniden herkes susuyor ve bulunduğu yerden iki adım geri çekiliyor.



Sadık Usta soruyor:

-Nesi varmış, hasta mıymış?

Kenan dayanamayıp söze atlıyor hemen:

-Ne hastası usta, sanki bilmiyor musun?

Sadık Usta sinirlenerek Kenan'a hiddetle bakıyor:

-Ne diyorsun ulan sen, ağzında gevelemesene!

Kenan, delikanlılığın verdiği cesaretle bağırarak cevap veriyor:

-Yükleme bitmeden atölyeden çıkmak yok demedin mi usta! Sabah 8'de başladık gece saat 12! Kaç saat geçmiş hesaplasana, o zaman anlarsın hasta mı değil mi...

Sadık Usta'nın sinirden boyun damarları daha da belirginleşiyor, tam Kenan'a doğru yürüyecekken, fabrikanın emektarlarından Seher Teyze söze karışıyor:

-Kavganızı sonra edin, kız yatıyor orada baygın!

Seher Teyze, o kadar eski bir çalışan ki, şimdi esip gürleyen Sadık Usta'nın çırak hallerine bile tanık olmuş. Genç yaşta kaybettiği oğluna siması benzediği için, her ne kadar huyu çirkin olsa da, hep kolluyor Sadık Usta'yı. Herkese esip gürleyen Sadık Usta'nın da, Seher Teyze'ye hürmeti büyük. Ne söylese sesini çıkaramıyor. Toparlanıp eğiliyor Gülsüm'ün yanına usta. Kolonyayla kızın elini yüzünü ovalıyor Seher Teyze. Yüzüne hafifçe tokat atıyor. Kız gözlerini yavaşça aralayınca herkes rahatlıyor. Birkaç dakika sonra su içiriyorlar, kendine geliyor Gülsüm ve korkuyla Sadık Usta'ya bakarak:

-İyiyim ben, yok bir şeyim, işimin başına dönerim şimdi.



Söyleyemiyor açlıktan başının döndüğünü. Nasıl söylesin, utanır... Akşam yemeği için verdikleri ekmek arası patates kızartmasını, hiç yemeden çantasına attığını nasıl söylesin Gülsüm! Aldığı asgari ücret! Yarısı kiraya gidiyor, öbür yarısı da annesinin ilaçlarına! Şimdilik okula giden, dördü bitirince kaçak maçak mecburen çalışacak olan kardeşi evde yemek beklerken, lokmaların boğazından geçmediğini nasıl anlatsın Gülsüm!

-Dağılın, herkes işinin başına, haydi!

Diyor gür sesiyle Sadık Usta. Kenan duramıyor yine:

-Akşam 8'den beri bir çay molası vermedin usta, can bu!

Sinirleniyor Sadık Usta ama, Seher Teyze'nin dik bakışlarını görünce toparlanıp:

-Gidin on dakika mola yapın, sonra herkes işinin başına. Bu mallar bitmeden fabrikadan çıkış yok! diyor.




Uğultuyla dağılıyor işçiler. Gülsüm'ün aklı evde. Annesi çorbasını içti mi, kardeşi sobaya odun atabildi mi, ödevlerini yaptı mı, yoksa televizyonun karşısında üstü açık uyuya mı kaldı! 
Gülsüm'ün yükü ağır. Kendi yaşıtlarının başında kavak yelleri eserken, O'nun hayalleri bile sınırlı. Çocukken yatakta gizli gizli okuduğu romanlardaki gibi aşkları düşünemiyor. Çok bir şey istediği yok. Biliyor, çok hayal kurunca gerçekleşmeyeceğini çok iyi biliyor! Çünkü 18 senelik körpe yüreği, yaşından fazlasını yaşadı, gördü.




 İstiyor ki; küçük, küçücük bir evi olsun, bir de içmeyen kocası. Allah ne verdiyse geçinip giderler nasılsa, yeter ki mutlu olsun yuvası... Annesi ne dayak yemişti babasından, bugünkü hastalıklar O'ndan yadigar. Bir de borçlar kalmış geriye rahmetliden. Gülsüm, annesi gibi dayak yemek istemiyor; mutlu olmalı O'nun yuvası. Varsın ucuz basmadan olsun perdeleri; Gülsüm kenarına fırfır diker, güzelleştirir. Varsın iki göz olsun evi, misler gibi çorba yapar kocasına akşamları, çiçek koyar bir de masaya filmlerdeki gibi. Yün örer, sevdiğinin boynuna kolları gibi dolansın diye; atkılar, sıcacık kazaklar... Belki çocuğu bile olur; yüzü gülen, kalbi temiz bir çocuk. Tam böyle düşünürken bir el omzunda:


-İyi misin?
-İyiyim Kenan Abi, yok bir şeyim, öyle içim geçmiş birden.

Kenan bozulduğunu belli etmiyor ama, şu kızın inadını bir kırabilse, ah kırabilse! O'na nasıl sevdalandığını bir bilebilse, ah bilebilse! Abi dedi ya yine, sanki yüreğine hançer sapladı! Sigarasından derin bir nefes alıp;

-Bana abi demekten ne zaman vazgeçeceksin?

Diyor, Gülsüm sanki anlamaz gibi:

-Ama sen benim için abi gibisin. Ne zaman dara düşsem yanımdasın! Sana demeyeceğim de kime diyeceğim Kenan Abi!

Kenan aniden arkasını dönüp hızla uzaklaşıyor oradan.“Haydi işbaşına!” diye bağıran Sadık Usta'nın sesiyle, ayaklarını sürükleye sürükleye işçiler birer birer atölyeye giriyor.

Etrafta yığınla allı pullu giysiler... Son ütücüler kan revan içinde ütülerini yapıyor. Müslüm Baba'nın gümbür gümbür sesiyle“İtirazım var” şarkısı son sesiyle geliyor hoparlörden. Kalite kontrol masasının etrafında, çoğu kadın, önlüklü işçiler, birer birer elden geçiriyor allı pullu giysileri. Birilerinin ağzına kadar dolu dolabının köşesinde unutulacak olan, birilerinin sadece bir gün giyip çöpe atacağı, birilerinin vitrinde görüp hayal kuracağı, içinde Gülsüm'ün de olduğu birilerinin parasının asla yetmeyeceği allı pullu giysiler; yığın yığın! Sabaha kadar çalışılacak, bu allı pullu giysiler ütülenip paketlenecek, kolilere girecek. Girecek ki, birileri satın alsın, Gülsüm de eve para götürsün!

Sabaha karşı saat 4.30 sıralarında bir duman kokusu geliyor burunlarına. Keskin, sanki kağıt yanmış gibi bir koku. Uykusuzluk, yorgunluk, bir de bitmeyen işler arasında önce anlamıyorlar, çalışmaya devam ediyorlar. Derken duman aniden giriyor içeriye, kağıt değil yanan şey! Pamuklu kumaşlardan gelen selülozun kokusu bu! Göz gözü görmez oluyor. Sonra bir sıcaklık yayılıyor. Sarı, kırmızı, turuncu alevlerin arasında allı pullu giysiler kayboluyor. Müslüm Baba'nın sesi bir yandan, çığlık sesleri öte yandan...




Gülsüm'ün annesi, bir göğüs çarpıntısıyla fırlıyor yataktan, başucunda duran eski model cep telefonundaki saate bakıyor; 4:30! Gülsüm'ün yatağı boş! Çeviriyor numarayı, metalik bir ses yanıtlıyor:

"Aradığınız numaraya ulaşılamıyor, lütfen daha sonra tekrar deneyiniz! The number you called..."
Devamını dinlemeden kapatıyor telefonu telaşla ve kendi kendine söyleniyor:
- Hiç böyle yapmazdın ya Gülsüm'üm! Gülyüzlüm, kınalı kuzum, neden aramadın ki! Başına bir şey mi geldi yoksa!

Gülsüm, bir taraftan ağzını burnunu kapatırken, bir taraftan da kalabalıktan kurtulmaya çalışıyor. Can pazarı var sanki içeride; bedavaya satılan canlar ortaya saçılmış... Alıcı Azrail gülümsüyor, hangi birini seçeceğine karar vermeye çalışıyor;

-Bu güzelmiş, bunu alayım. Bu gençmiş, bunu da alayım. Bu Usta'yı zaten almam lazım, çok ah var üzerinde!

Azrail'in işi hem kolay, hem de zor bu gece! Çünkü atölyede çalışan canların hepsi ucuz... Hangi birini alsın, akşamın hasılatı da iyi olacak hani!
Çünkü, atölyenin kapılarını kilitlemiş Sadık Usta, kimse çıkamasın diye! Anahtarı sadece kendisinin bildiği bir yere saklamış ve dumanlar arasında sızmış kalmış bir köşede... Birisi haber verecek de, İtfaiye gelecek de, daracık sokağa girecek de, Gülsüm'ü kurtaracak!


Not: Yeşilçam'ın duayenlerinden sevgili hocamız Mehmet Aydın'dan almakta olduğum “Yaratıcı yazarlık ve senaryo“ dersleri kapsamında yazdığım beşinci ödevdir. Ödev konumuz, unutulmaz şarkı Fabrika Kızı'ndan esinlenerek bir işçi kızın öyküsünü  anlatmaktı. Hatalarım var ise affola.../EvdeYazar
Devamını Oku

22 Nisan 2016 Cuma

Bayramlarımız gelebilir mi geriye?

Çocukluğumun bayramlarını geri istiyorum,
Kadın erkek, çocuk yaşlı herkesin en güzel elbiselerini giydiği günleri,
Kasaba meydanına “bayram seyretmeye” gidilen o naif zamanları...


Bayram seyretmek nedir, seyrederken coşmak nedir, bayram şiiri duyunca ağlamak nedir bilmeyenlere inat,
Getirir misin o kıymetli günleri geriye...
Bayram akşamları meşaleler yakıp marşlar söyleyelim yine,
Fener alayının peşine takılan çocuklar olalım bir günlüğüne!
Bari bir günlüğüne kapatalım,
Ekrana göstermelik küçücük bayrak resmi kondurarak, bayram kutladığını sanan kepaze televizyon kanallarını!
Sadece bir günlüğüne uzaklaşalım “şov biziniz” dünyasının cahilliğe övgü düzeninden!


23 Nisanlarda çocukları izlesek ne kaybederiz?
Kim alıyor elimizden bayramlarımızı birer birer...
Kim, neden, nasıl geldik bu kara zamanlara...


Önce demir perde ülkelerinin âdetleri bunlar dediler,
Sonra, ne o öyle resmi geçit falan dediler,
Soğuk şeyler bunlar dediler,
Formaliteye ne gerek var dediler,
Bayramları stadyumlardan halka indireceğiz dediler,
Resmi geçitlerle değil, şölenlerle kutlayacağız dediler,
Artık bunları da demiyorlar!
Bahanaler, bahaneler, bahaneler...
Oysa ben, çocukluğumun bayramlarını istiyorum sadece!

Geri getirebilir misin,
Sen evet, sen!
Geri getirebilir misin çocukluğumun 23 Nisanlarını geriye...


Sen istersen belki yine birlik oluruz, elele oluruz,
Bayram yeri olur sokaklar,
Onlar, bunlar, şunlar değil;
Biz” oluruz belki yine...
Ne dersin, bayramlarımız gelebilir mi geriye?




Devamını Oku

20 Nisan 2016 Çarşamba

Spor Salonu Seçerken Dikkat Edilmesi Gereken 6 Konu

En iyi spor salonu seçimini neye göre yapmalısınız, dikkat edilecek 6 önemli konu nedir?

Spor yapma alışkanlığı olan gelişmiş ülkeler haricinde, ne yazık ki ülkemizde  spor salonu ve spor ile ilgili çalışmalar yapılabilecek yer sayısı oldukça az. Var olan spor salonlarının kalitesi ve sundukları hizmetler, personellerinin yeterince kalifiye ve bilgili olması gibi konular ise düzenli olarak spor yapmaya devam etmek için  oldukça etkili oluyor.

Spor merkezleri

Spor yapmaya karar verdiniz, ancak kendi başınıza, evde veya dışarıda bir parkta spor yapamıyorsunuz. Belki spor arkadaşınız yok, belki de sizi teşvik edecek bir ortam ihtiyacı duyuyorsunuz.

Burada en önemli konu; kuşkusuz ki spor yaparken kişiye yardım edecek, yol gösterecek ve yaptığı hataları söyleyecek bir spor hocasının varlığıdır. Bu nedenle spor yapmak için spor salonuna gitmek aslında alınacak en doğru karardır. Çünkü spor yapıp formda kalayım sağlıklı olayım derken, sakatlanıp uzun süre hareketsiz kalmayı kimse istemez!
Ayrıca, spor salonu seçerken en önemli konulardan birisi de spor salonunun eve yakınlığıdır. Bunun nedeni de devamlılık tabii ki. Haftada 3 yada 4 kez spor yapmak, hem daha iyi uyumayı sağlar; hem de günlük hayatta çok daha mutlu, neşeli ve dinamik olmaya yardımcı olur. Yani yapmışken bu işi layıkıyla yapmak lazım. Tabii haftada 3-4 sefer spora gitmek için de spor salonununun size yakın olması en önemli konulardan biri oluyor. Spor yapmak için otobüs, metrobüs işkencesi çekmek, ya da trafikte saatlerce cebelleşmek olayın tüm güzelliğini yok edebilir. Bu nedenle spor salonu seçerken siz siz olun, evinize en fazla 3-4 km uzaklıkta olan bir salon seçin...

Spor Salonu Seçerken Dikkat Edilmesi Gereken 6 Konu

Spor Salonları

Spor salonu seçerken en  çok dikkat edilmesi gereken  konulardan birisi de en iyi spor salonu diye bir şeyin aslında olmadığıdır. Çünkü en iyisini ararken, aslında belki de devam etmeyeceğiniz bir salona bir sürü para verirken bulabilirsiniz kendinizi. “Havuza gideceğim ben” diye kendinizi şartlandırır, havuzu olan bir spor salonu tercih edersiniz. Ama bir bakmışsınız 1 sene içinde 3 kere havuza girmişsiniz! 3 aydan sonra da spor salonuna hiç gitmemişsiniz. Bu nedenle en iyi spor salonunu aramayı bırakın, size en çok fayda sağlayacak ve devam edeceğiniz bir salona kayıt olun.
Özetlemek gerekirse  spor salonu seçerken önem verilmesi gereken konular şunlardır.
1- Spor hocalarının ilgisi, bilgisi ve sizi motive etmeleri.
2- Spor salonunun evinize yakın olması.
3- Spor salonundaki özellikler (havuz, pilates vb.) ile spor salonu fiyatının uygun olması. Hiç kullanmayacacağınız bir hizmet için boşuna para vermeyin.
4- Spor salonunun temiz olması; ki bu en çok duşlardan anlaşılır.
5- Spor salonun çalışma saatleri. Mesela sabah erken saatlerde canınız  spor yapmak istediğinde salon buna müsait olmalı.
6- Gerektiğinde spor salonu üyeliğinizin dondurulup dondurulmayacağı konusu. Çünkü özellikle yazın tatile gittiğinde kimse boşu boşuna 1 ay ücret ödemek istemez açıkçası...
İşte bu 6 konuya spor salonu seçimi yaparken oldukça dikkat etmeye çalışmak lazım. Önem sırası da bence için 1. sıradan başlıyor.
Hepinize bol sporlu günler dilerim. Hatta sporu hayat felsefesi olarak görmeyi başarırsak medeniyete bir adım daha yaklaşmış olacağız...


Devamını Oku

17 Nisan 2016 Pazar

29 Saniyede Çocuk Olmayı Anlatarak Kazanmaya Ne Dersiniz?

Oyuncu Ekin Türkmen’in Juri Üyeliğini yapacağı dijital yarışma ile video çekmeyi sevenler 1000 TL’lik ödüle ulaşmak için yarışacak. 17 Nisan’da belirlenecek olan en iyi 8 video halk oylamasına sunulacak. Bir hafta boyunca en çok beğeniyi toplayan birinci olacak. 




Ekin Türkmen bir haftalığına Mr. OK oldu!
Yaratıcı video platformu olarak konumlanan sosyal ağ BrandFace.Tv, her hafta devam eden yarışmasını 23 Nisan haftasında çocuk olmaya ayırdı. Ünlü Oyuncu Ekin Türkmen’in jüri üyeliğini yapacağı ve 23 Nisan ile ilgili videoların yarışacağı vitrinden halk oylaması sonucu en çok puan alan yaratıcı video sahibi 750 TL, sosyal ağın sesi Mr. OK’in seçeceği en yaratıcı video sahibi ise 250 TL ödül kazanacak.

Hastag #29SaniyedeÇocukOlmak, jüri üyesi Ekin Türkmen!

29 saniyelik videoların yarışacağı BrandFace.tv’de Ekin Türkmen’in konuk jüri üyesi
olacağı vitrin seçimleri için geri sayım başladı. Yaratıcı videoları ödüllendirerek
televizyondaki yarışma heyecanını internete taşıyan BrandFace.tv’nin 23 Nisan
haftasına özel yarışması için vitrine çıkanlar, 17 Nisan akşamı açıklanacak
ve 18 -24 Nisan tarihleri arasında 23 Nisan gündemi için yarışacak.
Yaratıcı videolara yer veren BrandFace.tv’de bu güne kadar 25 haftada 34 genç
toplam 25,000 TL kazanarak yaratıcılıklarının karşılığını hemen aldı.
Televizyondaki yarışma heyecanını internete taşıyan Brandface.tv,
yetenekli gençleri ödüllendirmeye devam ediyor. BrandFace.tv platformunda video
üreticileri ister sosyal sorumluluk alanında, isterse de markalar alanında video üretilebiliyor.
23 Nisan ile ilgili siz de yarışmak isterseniz, videonuzu www.brandface.tv adresine
bekliyoruz.

Detaylı Bilgi İçin:
info@brandface.tv
                               
Not: Bu bir basın duyurusudur.

Devamını Oku

15 Nisan 2016 Cuma

Elveda Güzel Vatanım, bende nasıl izler bıraktı?

Utanarak söylüyorum, kitap yaklaşık 3-3,5 ay elimde dolandı, normalde yarım bırakmam gerekirdi, ama Ahmet Ümit'e olan saygım ve sevgim nedeniyle bunu yapamadım. O başucumda bitmeyi beklerken, araya başka kitap da alamadım. Bu durum bende büyük bir sıkıntı yarattı ne yalan söyleyeyim. Sonlara doğru dayanamayıp araya Zülfü Livaneli'nin Yaşar Kemal'ini sıkıştırdım. Bir günde okuyup biraz nefes aldım da 527 sayfalık kitap nihayet geçen hafta son buldu.

Çok enteresandı bu okuma serüvenim. Çünkü kitabı ne zaman elime alsam keyifle okudum her seferinde, ama kapattıktan sonra tekrar devam edesim gelmedi bir türlü! Bu değişik bir durum. Zira bir kitabı sevmezseniz okuyamazsınız zaten, oysa ben bu kitabı elime aldığımda okuyabildim, ama dedim ya elimden bırakınca kitap beni çağırmadı!  Ahmet Ümit kitabını normalde bir solukta okumalıydım! Anlatım dili bütün sinematografik ögeleriyle yine muhteşemdi, yine kıvraktı, yine okurken sahneler gözümde canlanıyordu, peki neydi beni bu kitaba karşı bu kadar uzak tutan şey? Bu soruyu düşündüğümde aklıma şu yanıt geliyor:
Sanırım kitabın kurgusu beni yordu! Bir o zaman, bir bu zamana gitmek canımı sıktı, kitapta beni meraklandıran pek bir unsur yoktu, dolayısıyla kapağı kapattığımda tekrar okuma hevesim uyanmadı. Ve bence - tabii ki bu benim yorumum- kitapta Ester'e mektuplar olmasaydı, ben bu kitabı müthiş bir tarihi roman olarak 3 ay değil 3 günde bitirebilirdim!

Tabii ki ne demek istediğimi kitabı okumayanlar anlamamış olabilir; “spoiler” vermeden şöyle özetleyeyim:

Kitapta anlatıcı kişi Şehsuvar Sami, kendisi eski bir İttihat'çı. 1926 yılındayken, öldürülmek korkusuyla Pera Palas'ta yaşamaya başlıyor. 16 gün boyunca her gün, Paris'te yaşayan, asla kavuşamadığı sevgilisi Ester'e mektuplar yazıyor. Bu mektuplarda 1906'dan 1918'e kadar olan süreçte yaşadıklarını anlatıyor. Bu anlatılar aslında İttihat ve Terakki'nin de tarihini roman tadında okuyucu ile buluşturuyor.

Yani kitapta 3 katman var diyebiliriz. Birincisi Şehsuvar Sami'nin Ester'e aşkı ve kişisel dünyası, ikinci katman İttihat ve Terakki'nin tarihsel sürecinde yaşanan önemli dönüm noktaları ve bu anlamda çeşitli hikayeler, üçüncü katman ise Şehsuvar Sami'nin 1926 yılında yaşadıkları. Ben açıkçası Şehsuvar Sami'nin mektuplarında Ester'e olan sevgisini ifade edip, pişmanlığını çeşitli biçimlerde dile getirmesinden çok sıkıldım, bence bu biraz tekrara kaçmaktı. O aşkın derinliğini 45 tane mektup okumama rağmen hiç hissedemediğim gibi, kitabın sonlarında Ester'li satırları atladığım da oldu. Kitapta beni ilgilendiren kısım gerçekten de İttihat ve Terakki'ydi, zaten kitabın tanıtımı da bu yönde yapılmıştı; dolayısıyla aşk olayı bu kitapta bana kalırsa gereksiz bir süslemeydi.

İttihat ve Terakki hakkında çok şey öğrendim kitaptan, Ahmet Ümit cidden çok geniş bir araştırma yapmış, bu anlamda kendisine teşekkür ederim. Emeğine saygım sonsuz. Keşke tekrara düşmeden aşkı bir yan unsur olarak kısaca anlatsaydı ve keşke bu kadar kısa aralıklarla zaman sıçramaları yaparak beni yormasaydı; dediğim gibi bu kitabı 3 günde bitirebilirdim.

Bu benim değişik bir okuma deneyimim oldu, belki aranızda bu kitabı çok sevenleriniz de olmuştur, açıkçası yorumlarınızı merak ediyorum.


Kimse kitapsız kalmasın diyor ve kaçıyorum bu günlük, sevgiyle...
Devamını Oku

8 Nisan 2016 Cuma

Herkes herkesi gömüyor!

Başka türlü nasıl denilir bilemiyorum; siyasiler, ünlüler, ünsüzler, komşular, çocuklar, aile fertleri... Herkes herkesi bildiğiniz gömüyor, niye böyle oluyor, beraber düşünelim. Sanırım toplumsal olarak eziklik hissiyatımız tavana vurdu, yoksa neden insan öbürünü gömdüğünde kendini üstün zannetsin ki! Toprağın üzerinde kalan, altına girenden farklı bir cins mi?



Lafı gediğine koymak dedikleri şey değil bu yaşanan; bildiğiniz dürüp büküp ezip geçip yok etmek, ve bundan sadistçe zevk almak!

Siyasetçi çıkıyor mesela, öbürüne “sapık, sen nasıl insansın?” diyor, hobaaraaa, bütün toplum birbirine sapık demeye başlıyor. Yumruklar havalarda uçuşuyor! Efendime söyleyeyim, biri öbürüne yüzbin liralık manevi tazminat davası açıyor, diğeri hadi gel, gel aç da görelim diyor, bu arada kocaman kocaman adam ve kadınlar en iyi çirkef yapan siyasetçiyi tebrik etmek için kuyruğa giriyorlar, aferin ne güzel gömdün diye tebrik ediyorlar, gömen de gözlerinden alev fışkırarak poz veriyor kameralara, sanki insan hayatındaki en önemli dördüncü elementi bulmuş gibi seviniyor. Oysa büyük mucit Cem Yılmaz Usta zaten bulmuştu onu: TAHTA!
Yani kibarcası bu, siz nasıl algılamak istiyorsanız artık...

Saçını kızıla boyadığı için kendini çok güzel hisseden ve belki gerçekten de kızıl ile daha güzel olan, ya da güzelliği azalan kadına en yakın arkadaşı “ayy, saçına ne yaptın, niye boyadın kiiii?” diyor, bunu duyan ve kendini kızıl saçlarıyla aynaya baktığında çok güzel hisseden kadın birden nefessiz kalıyor, dünyası yıkılıyor, neye uğradığını şaşırıyor. Zira en yakın arkadaşının kendini gömdüğüne mi yansın, güzelliğinin sadece aynadaki bir yanılsama olduğunu fark etmesine mi yansın... Gömense tebrikleri kabul eden siyasetçi gibi gözlerinden zehirli başarısının alevleri fışkırarak görçek (selfie-özçekim) yapıp cümle aleme yayınlıyor sosyal medya sayfasında. Ne yapsın, o öbürü kadar ünlü olmadığı için peşinde kameralar yok, kendi medyasını kendi yaratarak görüyor o işi! Gömdüğü anı belgeliyor hesapta!



Çok da muhabbeti olmadığı halde camdan cama her şeye burnunu sokan meraklı komşu, bir kaç kilo alan karşı komşusuna sesleniyor “Sen nasıl kilo aldın öyle, fil gibi oldun, azıcık az ye!” Al işte gömdü, halbuki kendisinin fil kare fil küp olduğu, karşı komşusu tarafından hiç dile getirilmemiş bu güne kadar kibarlıktan! Ne yaptı, gömdü rahatladı! Neye uğradığını şaşıran karşı komşusunun moral bozukluğundan aldığı enerjiyle, aynı siyasetçi gibi gözünden şeytani alevler fışkırtarak saçlarını savurup, diğer meraklı komşulara poz veriyor. Bir rahatlama üzerinde, bir hafiflik!  Sanırsınız balonla dünya turuna çıkmış; halbuki komşuyu gömerken kendi de sıçrayan topraklardan nasibini alacak farkında bile değil...

Aynı işi yapanların, aynı mecrada olanların birbirini gömmesi ise ayrıca trajikomik. Bizim mecradan örnek vereyim, bir blog yazarını en güzel öbür blog yazarı gömüyor! Mesala bir reklam yayınlıyorsunuz kırk yılda bir, azıcık para kazanmak için. Geliyor o reklamın altına yorum yazıyor: “Öff yine mi reklam!” Evet yine reklam! Sen yayınlayınca ben gelip sana “bu da reklam işte!” diyor muyum? Demiyorum, neden? Çünkü kendim de blog yazarı olduğum için biliyorum ki, gelen negatif yorum bir blog yazarının motivasyonunu bozar, yazma isteğini göçertir. Ve biliyorum ki her blog yazarı üç beş para kazanmak için reklam geliri olsun ister. Niye durduk yerde gelip “yazıyı güzel güzel okuyordum, keşke reklam olmasaymış” yazıyorsun, ben senin tanıtım yazılarına böyle mi davranıyorum? Aksine blog yazarı arkadaşım tanıtım yazısı yayınlamış, “like” atayım da faydam olsun diyorum, incilerim mi dökülüyor böyle yapınca! Geliyor mesela yazıya “Bu olmamış, beğenmedim” diye yorum yazıyor. Neden? Gömecek rahatlayacak ya! Beğenmediysen bunu kendine saklasana, niye gömüyorsun arkadaşını, değer mi bu fani dünyada!



Samimi arkadaş ortamlarında zeka ve hafıza yarıştırmak ise gizli gömücülük! Bir şey anlatıyorsun heyacanla “O öyle değil yalnız!” diyor, kalakalıyorsun! Zaten iyi niyetle değil! Gözünde o en baştaki siyasetçi gibi kızıl alevler parlayarak söylüyor bunu, “O öyle değil, böyle, sen zaten hep şöyle yapıyorsun, böyle yapıyorsun....dıt dıt dıt bıt bıt bıt...” Ne oldu, gömdü! Kimi, güya en yakın arkadaşını! Utandırdı, toplum içinde salak ya da cahil durumuna düşürdü rahatladı! Gizli gömücü, kazması küreği görünmeyen cinsten, ama gömdü mü en derinleri hedef alıyor bunlar, çünkü ille dostun bir tek gülü yaralıyor” hassas bünyeleri!

Gömücülüğün yükselen değer olmasının bilinçli bir nasıl diyorlar “algı operasyonu” olduğunu düşünüyorum!

Çünkü maalesef toplumumuzun bakış açısını televizyondaki “şov biziniz” programları belirliyor büyük oranda. Sanatın içine tükürülürse, heykeller yıkılırsa, sinema salonları aveme yapılırsa, kitaplardan yüzde on sekiz vergi alınırsa, tiyatrolar ahlaksızlık olarak nitelendirilirse, velhasılı kelam cehalet bu kadar ayyuka çıkarılırsa insanlar nereye sığınır? Tabii ki televizyona! Orada ne var? Gömü programları! “Vay efendim bu ne iğrenç elbise!” diye gencecik kızlar birbirini en ağır hakaretlerle gömüyorlar, “sörvayv” olmak için birbirlerinin arkasından “o gitsin, o iğrenç” deyip yüzlerine gülerek birbirlerini en insanlık dışı tavırla gömüyorlar, gelin adayları damat adaylarını maaşları az diye yetmişşş milyonun önünde gömüyor, bir evlilik programının Türkiye'ya mal olmuş sanatçısı (!) öbür evlilik programının seyircisine para verip öbür programı provake edip gömüyor, dizilerin çoğunda zaten bütün gece elbisesi giyen kadınlar birbirlerini açık açık gömüyor! Haber-tartışma (gömme) programlarında kocaman kocaman profesörler, gazeteciler bağıra çağıra birbirlerini gömerken, evlilik programları zaten oldukça masum kalıyor ya neyse...

Eh şimdi bu ahval ve şerait içindeyken, kazma kürek satışları patlamasın da ne olsun değil mi ama!!


NOT: Bu yazıya yapacağınız gömücülük içeren(!) yorumları da yayınlayacağım, zira moral bozucu şeyleri umursamamak da benim gömü tarzım bundan kelli, kalın sağlıcakla ve toprağın üzerinde...
Devamını Oku

4 Nisan 2016 Pazartesi

İpana Luxe Perfection Beyazlatıcı Diş Macunu yorumlarım

Doğru makyaj, dolgun kirpikler, bakımlı bir cilt, hacimli saçlar… En önemlisi de beyaz dişlerle sağlıklı, güzel bir gülümseme! Bu yüzden diş bakımına ve beyaz olmasına oldukça özen gösteriyorum. Sürekli yeni ürünleri deneyimlemeyi de seviyorum. Burada raflarda gözüme çarpan ve Amerika’nın en büyük diş macunu markası olan Crest aslında Procter and Gamble’ın Türkiye’de sunduğu İpana markasıyla tamamen aynı içeriklere sahipmiş. Dünyada ilk defa beyazlatıcı bantları üreten bir marka olduğu için 3 boyutlu Beyazlık ailesi oldukça ilgimi çekti. Son zamanlarda market alışverişine gittiğim her mağazada ve televizyonlarda sıklıkla İpana’nın yeni ürünü olan Perfection’a denk gelince ve özellikle 3 günde %100’e kadar lekesiz iddasını duyunca denemek istedim ve hemen aldım.

İpana’nın en hızlı ve en güçlü beyazlatıcı diş macunu ünvanına sahip bu diş macunu ile deneyimlerimi sizlerle paylaşmak istedim. Diş hekimimin de daha beyaz bir diş için önerdiği İpana 3D White Perfection ile güvenle, bembeyaz gülebiliyorum.
Perfection diş macunu 3 Boyutlu Beyazlık ailesinin en ileri ve etkili beyazlatıcı diş macunu teknolojisini içeriyor. Böylece diş minesine zarar vermeden sadece 3 günde diş yüzeyindeki lekeleri %100’e kadar etkin biçimde çıkarıp ve bembeyaz bir gülümsemeye sahip olmamızı sağlıyor.
Performansına gerçekten çok şaşırdım. Etkisi inanılmaz! İlk kullanımdan itibaren bile diş yüzeyindeki lekeleri çıkarma etkisini farkediyorsunuz. Keskin nane tadıyla ferahlığı sağlıyor, böylece uzun süre ferah bir nefese de sahip oluyorsunuz. Beyazlatma etkisi bu kadar iyiyken diş mineme hiç bir zarar vermediğini bilmek de çok güzel.

Procter and Gamble’ın tüm dünyada pazara sunduğu en gelişmiş beyazlatıcı diş macunu olan 3 Boyutlu Beyazlık Luxe Perfection İpana ile Türkiye’de de raflarda yerini aldı. Denediğinizde bana hak vereceksiniz:) Kullanmadan kesinlikle inanmazdım, deneyince etkisini gördüm ve mükemmel sonuç aldım.

Tam bir bakım sağlamak için aynı ailenin Oral-B 3D White Luxe ağız bakım suyunu da kullanıyorum. O da diş macunu ve fırçasının ulaşamadığı alanlardaki lekeleri bile çıkararak uzun süre, keskin bir ferahlık sağlıyor.

Unutmadan küçük bir not ekleyeyim; P&G ve İpana ürün performansına o kadar güveniyor ki, memnun kalmazsanız paranızın 2 katını iade ediyor. Bu nedenle beyazlatıcı etkisini kendiniz de görün diye bence gerçekten denemeniz gereken bir ürün.
Ürünü satın almak isterseniz tıklayınız!

P.S. Bana bu bilgiler yetmedi, ağız ve diş sağlığı üzerine daha çok şey merak ediyorum diyenleri aşağıdaki siteye alalım.
http://www.agizbakimuzmani.com/
#ipanaperfection  #gülüşünügöster
İçerik Kaynak: http://kokoshgirl.com/
Video Kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=B7MDJzarokU

Bir boomads advertorial içeriğidir.
Devamını Oku

1 Nisan 2016 Cuma

Yok artık daha neler!

Sabah kalktım, cep telefonumda bir mesaj!

“Lütfen banka hesaplarınızı kontrol edin!”

Fark etmemişim kimden geldiğini, hafif ürpertiyle dönüp baktım ki, gönderen bölümünde “Ekonomi Bakanlığı” yazıyor. Tırstım tabii ki, insan tırsmaz mı! Devletten mesaj gelecek, hem de ekonomi bakanlığından, üstelik parayla ilgili! İnsanın aklına türlü türlü şeyler geliyor. Devlet vatandaşına “lütfen” falan demez ki gerçi. Öyle ya, devlet dediğin emreder bir şekilde, üstten bakar... Bu mesaj sanki benimle eşit seviyede duran biri tarafından yazılmış diye yorumladım ama, huzursuzluk da yayıldı bünyeye ne yalan söyleyeyim. Kredi kartımı dolandırdılar da bakan beni mi uyarıyordu? Koskoca bakanın işi gücü yok muydu, niye benimle uğraşsındı ki?

İnternetten hesabıma bakmaya da cesaret edemedim açıkçası, ya virüsler tarafından ele geçirildiysem! En iyisi şube açılınca gidip hesabımın olduğu bankada birinci elden durumu öğrenmekti galiba. Bu düşüncelerle evin içinde dolanırken oyalanmak için televizyonu açtım. Gerçi sabahın bu saatinde haberler olurdu, onlar da malum, insanın içini karartırdı ya, neyse açtım evde bir ses olsun, azıcık oyalanayım diye. Televizyonda alışık olmadığım bir ekran geldi karşıma, “TRT-politika”! Onca vergi vermeme rağmen hiç izlemediğim TRT yeni bir kanal açmıştı demek ki!  Nasıl haberim olsun ki, bana hitap etmiyordu neticede. Tam kanalı değiştirecektim o da ne? Başbakan, ana muhalefet lideri, birbiriyle yanyana bile gelmeyen öbür iki muhalefet lideri bir masaya oturmuşlar, moderatör de Uğur Dündar! Gözlerime inanamadım, sakin sakin, kibar kibar konuşuyorlar. Ne bağıran var, ne öbürünün sözünü kesen var, neredeyse eskiden kalma bir program zannedecektim, malum Uğur Dündar hiç yaşlanmıyor! Ama öbürleri bildiğiniz günümüz politikacıları. Hayırdır inşallah dedim, kanalı değiştirdim. Haberlere denk geldim, sunucu konuşuyordu:

Gece yarısı çıkan yeni torba yasa gereğince bundan sonra milletvekillleri asgari ücret alacaktır. Bakanların altındaki milyon liralık arabalar hazineye devredilmiştir. Vekillerin  özel sağlık sigortası, kıyak emeklilik gibi bütün ayrıcalıklarına el konulmuştur. Herkes kendi şemsiyesini kendisi taşıyacak, kimseye özel uçak tahsis edilmeyecektir...”

Baktım saat geliyor, bu heyecanlı ve anlamsız konuşmanın devamını dinlemeden çıktım evden! Apartmanın önüne geldim, o da nesi, 2 şişe süt; üzerinde etiketler! Birinde üst kattaki, öbüründe de alt kattaki çocuğun adı yazıyor. Bir de not var, “aile bakanınızdan sevgilerle”... Şaşkınlık içinde yola koyuldum, bankaya gittim. Telaşla mesajı gösterdim görevliye, gülümseyerek “hemen paranızı veriyorum” dedi. “Nasıl yani?” dedim.

 “Devletimiz, kişi başına düşen milli hasılayı artık nakit olarak vatandaşına ödeme kararı aldı, sizin haberiniz yok mu?” dedi bankanın kibar görevlisi...

"Yok artık" dedim içimden,  "bu kadarına çocuklar bile inanmaz!"



Seneye bugün aynı konseptte görüşmek üzere efendim...
Devamını Oku