Ağaç Ev Sohbetleri - #233 / Alışveriş
Merkezleri mi Mahalle mi?
Sevgili Deep’in organize ettiği Ağaç
Ev Sohbetleri 233. sayısında tekrar beraberiz. Bu haftanın konusu yine sevgili Deep’den
geldi. Deep iyi ki varsın; sayende sanki 5 Edebiyat A sınıfı gibi olduk, ödev
yapıyoruz ve bu benim çok hoşuma gidiyor…
"Alışveriş
merkezlerine alışverişe mi gidiyoruz, zaman geçirmeye mi?”
İzmir’de üniversite öğrencisiyken
Mc Donald’s düşmanıydık. Fast food denilen şeye hiç ama hiç ısınamadık. Bizim
için fast food, el arabasında boyoz satan amcaydı; yanında da mis gibi yumurta
ile… Bir de uzun börek vardı, içi yağlı. Ne severdim onu. Herhalde okul
hayatımın öğle yemeklerinin yarısı o börek ve yanında ayran içmekle geçmiştir.
Kalan yarısında da sucuklu tost yemişimdir fakültenin kantininde. Yemekhaneleri
de sevemedim hiç; kalabalık, hazır yemek suyunun kekre tadı, uğultu… Akşamları
fiksti; yurt binamızın alt katındaki kantinde geçerdi yemek ritüelimiz. Bayram Abimiz inci gibi yazısıyla
yazardı kara tahtaya günün menüsünü; bayram kebabı, bayram göbeği tatlısı, köpoğlu…
Hiç unutmam; yurda ilk girdiğim zamanlarda yemek listesinde köpoğlunu görüp oda
arkadaşlarıma “Ya aşağıda küfür gibi bir yemek var!” demiştim de gülmüşlerdi. Ama
sonraları sarımsaklı yoğurtlu, salça soslu, patlıcanlı, patatesli, havuçlu, kızartmalı
köpoğlu en favori yemeğim olmuştu.
Yıllar böyle geçti. Sinema izlemek
için sinemaya, alışveriş için manava, kasaba, aktara, fırına giderdim; yine
gidiyorum. Hadi en kötü alışkanlığımı söyleyeyim; evet mahalledeki Mopaş
markete gittiğim de oluyor arada sırada; pirinç, çay, şu bu almak için.
Bizim mahallede pek çok market var. Ama ben ekmeklerimi fırından, simitlerimi özel simit fırınından ve sebzelerimi de mahallemizin manavından alıyorum taze taze. Gerçi sebzeden
iyi kazandıkları için dükkânı büyütüp markete çevirdiler ama, ben bir kere bile
o deterjanların satıldığı market kısmına girmedim. Herhalde on sene olmuştur açılalı
bu manav, anımsamıyorum pek. Çalışanların içinde en çok Davut’u severim. Zayıftır,
pire gibi her yere yetişir, çok çalışkandır. Biraz saf gibidir, hep güler yüzlüdür.
Aslında bana hem tip olarak hem gülüşüyle hem içten saflığıyla biraz Kemal
Sunal filmlerini anımsatır. Enerjisi hiç bitmez. O aklıma gelince hep şu sahne canlanır
gözümde;
“Ye çileek, ye çileek, ye çileek..!”
Son birkaç yıldır mahallede artan yabancı
öğrenci popülasyonu bile alışmış Davut’a. Ne zaman rastlasam; kırık
Türkçeleriyle bir şeyler isterler özellikle Davut’tan. Bazen çok alışveriş
yapmış mahalle büyüklerimizin torbalarını, bazen de tekerlekli market arabalarını
evlerine kadar taşır Davut. Hep gülümser, ama ne güzel gülümsemek… Erdal var
bir de! Erdal Bey diyorlar. Kuaförlerde ve marketlerde insanların birbirlerine
büyük bir ciddiyetle “hanım, bey” demeleri oldum olası dikkatimi çekmiştir. Yıllarca
çalıştığım tekstil firmalarında bile bu kadar ciddiyetle kurumsal bir hitap
şekli görmedim desem yeridir. Tekstil firmalarında genellikle “abla, abi”
formatı olur; ben de işyerinde hiç sevmem bu hitap şeklini. Ama mahalle
manavında artık çok iyi tanıdığımız Erdal’a “Erdal Bey” diye hitap edilmesi de
biraz garip kaçıyor. Ya da ne bileyim işte, şaşırıyorum. İnsan hiç taviz vermez
mi arkadaş, sanırsınız manav değil de banka şubesi! İşte bu Erdal (Bey) marketleşen
manavın buzdolapları kısmında konuşlanır yaz kış. Yazın şanslı ama maalesef kışın da buzhane
gibidir oralar. Erdal’ı yaz kış lacivert polarıyla gördüğüm için bendeki yansıması
tek mevsimde yaşadığı şeklindedir. Manavdan domatesleri, elmaları tek tek
seçerken Davut “Alsana bak, ne güzel kumkat var; ye bak; bal bal!” derse eğer;
genelde kıramam; alırım az da olsa gösterdiği şeyden. “Biraz fasulye ver” derim; “Ne kadar?” diye
sorar, “Bir avuç ver işte” derim; her seferinde iki elini kocaman açıp kocaman
doldurur torbayı. Ben de “Ooo Davut, senin avcunla değil benim avcumla
vereceksin” derim, gülüşürüz ve yarısını boşaltırız fasulyenin.
Sonra eve doğru giderken
peynirciye uğrarım. Eskiden şarküteri gibiydi gerçi; çeşit çeşit peynirler,
zeytinler, salamlar, sucuklar olurdu. Şimdilerde mahallenin değişen konseptine
göre peynir zeytin dolabını olabildiğince küçülttüler, bir nevi yarı aktar
oldular. Eskiden peynirciden taze süt alıp yoğurt yapardım, şimdilerde gidip bir avuç kara hindiba
alıp çıkıyorum. Sinan var orada da; neredeyse çocukluğunu bildiğim Sinan. Bir
de çok beyefendi bir sahibi vardı bizim peynircinin. Çok da gençti, Instagram
adresimi bilir; “Evde Yazar Hanım, beğendin mi en son gönderimi?” derdi ve gülümserdik. Pandemi zamanı mahallenin Facebook grubunda ölüm ilânını
gördüğümde gözyaşlarımı tutamamıştım. Çok gençti, çok kibardı. Hani ölen insanların
sesleri unutulur ya bir süre sonra; ben bu arkadaşın sesini, yarı peltek konuşmasını hiç unutmadım; bakın yine
aklıma geldi. Ama size tuhaf bir şey söyleyeyim, onca muhabbete rağmen adını yıllarca
öğrenmemiştim, hâlâ bilmiyorum! Böyle kalsın hafızamda; sesiyle, güler yüzüyle…
En çok tatillerden bahsederdik kendisiyle. O da benim gibi tatil köylerine
gitmeyi severdi;
“İçkim yok, kumarım yok; hayatta
tek lüksüm çoluk çocuk şöyle güzel bir tatil köyüne gidip bir hafta on gün kafa
dinlemek” derdi. Benim gittiğim tatil köylerinden daha lükslerine giderlerdi,
Voyage falandı onların segmenti. Öldükten bir süre sonra kendisi gibi genç eşi
ve orta okula gittiğini tahmin ettiğim küçük çocuğunu gördüm birkaç kez
peynircide. Artık selamlaşıp ayak üstü sohbetlerimiz de oluştu “yenge hanım”
ile. Başka çocukları var mıdır hiç bilmiyorum. Bu güzel gülüşlü ailenin
pandemi sonrasında tatilleri nasıl geçer diye düşünürken yakalarım kendimi zaman zaman…
“İyisine alıştıkları için çocuklar beğenmiyor
alt segment otelleri” demişti en son bu konuda konuştuğumuzda… Hani esnaf gece gündüz
çalışır ya, bu peynirci tatile gitmesiyle değişik gelirdi bana. Hayatı seviyordu;
Atatürk’ü, bir de Fenerbahçe’yi… Sinan mı? Hâlâ çalışıyor orada gece gündüz;
belki “yenge” dediği yeni patronuna biraz da iş öğretiyordur. Salıları izin yapmasın
mı; birisine iş öğretmesi şart; saçları döküldü çok çalışmaktan! Sadece uyumaya gider evine. Allahtan sempatik de gelene geçene laf atarak eğleniyor uzun iş saatlerinde.
Hayat dediğimiz
şey; peynircinin aktara evrilmesiyle, gidilen ve gidilmeyen tatillerin arasındaki muhasebe değil mi? Öyle ya da böyle; karahindibanın sadece kaynatılıp içilen bir ot
değil de, aslında çocukken pamuk gibi üfleyerek uçurulan çiçeklerin bitkisi
olduğunu anlamak değil mi? Bu ikisi arasında gidip gidip gelen, gelip gelip giden bir sarkaç değil mi...
Bu şiir gibi hayatın içinde hepimizin bazı gıcık tarafları var elbette. Ben mesela, tarhana konusunda çok
seçiciyimdir. Doğru dürüst beğenmem; kaç tane yöresel tarhanayı yapanlardan gıyaplarında özür dileyerek dökmüşlüğüm vardır. Bu yüzden tadını sevdiğim tarhana için her seferinde mahalledeki kooperatif dükkânına gider, en sevdiğim yörenin sade
tarhanasını alırım yıllardır. Nedense on beş gün süre ile gelmedi tarhana
kooperatife. Tam da canım çekmişken, havalar da soğukken. Ben de geçerken Sinan’a sorayım dedim, bizim Sinan her zamanki coşkusuyla:
“Bak senin gibi hiçbir şey
beğenmeyen bir abla vardı, geçen bu tarhanadan aldı, sonra geldi bir daha aldı.
Trakya’nın en güzeli bu; sen bana güveeennn” dedi, hık mık ettim sonunda ikna oldum. "Bak beğenmezsem kavgaya gelirim" dedim gülümseyerek. "Tamam" dedi. Gerçekten de damak tadına uymayan tarhanayı asla içmeyen ben, memnun kaldım bu öneriden! Gidip elbette teşekkür ettim. O gün
bugündür ne zaman Sinan’ın dükkânının önünden geçsem;
“Çok yavaş içiyorsun sen bu
tarhanayı, çoktan bitirip yenisini alman lazımdı” diyor. Gülüyorum. Sinan
demişken, bu “skimpflasyon” dedikleri şey yükselmeden önce de ben kavurmayı,
kaşarı “santimle” alırdım Sinan’dan…
“Sinancım, kavurma lazım”
“Kaç kilo vereyim ablama”
“Ne kilosu Sinan, sen kes oradan 2-3 cm, fazla olmasın” derdim; gülüşürdük… “Nasılsa taze taze alıyorum, ne
gerek var fazlasına” derdim. Gerçi bu aralar pek kavurma satmıyor ama geçenlerde
börek yapmak için kendisinden yine 2 cm peynir almışlığım var. “Skimpflasyon”
günlerinde olduğumuz için benim santimle peynir almamın da pek bir esprisi kalmadı ya artık, neyse. Sinan ile aramızdaki muhabbet böyle bizim, santim santim; değer bilinen cinsten...
Mahallenin esnafı demişken, bizim
kırtasiyeciye kocaman ayrı bir sayfa açmam lazım. Ne günlerim geçti O’nun üç-dört metrekarelik minik ve eski dükkânında! Eskiden işe giderken servisi O’nun dükkânında
beklerdim sabahları; ne eğlenirdik. Politikadan, oradan buradan konuşurduk.
Arada mahalle dedikodusu yaptığımız da olurdu. Daha influencer’lık kavramı
çıkmadan önce, blogu ilk açtığım zamanlar “Ya şu
dükkâna bir video kamera koysak, Youtube’da nasıl seyredilir muhabbet” derdim.
O da “Bizim müşterilerin ağzının ayarı yok, sürekli hükümete sallıyorlar, başım
derde girer” derdi de gülerdik. Şimdilerde pek sık olmasa da yine gidiyorum
dükkânına. Geçen hafta sonu Oksijen Gazetesi almaya gittim, yine bana bu
muhabbeti anımsattı da gülüştük. “Vay be; ne kadar da öngörülüymüşüm. O zamanlar
bu işe kalkışsaydın şimdiye ünlü olmuştun” dedim yine gülüştük. Kendi küçük dünyamız
güzel bence ya, böyle kalsın, ne yapalım ünü münü, iyi ki de olmamış!
Bizim mahallenin hikayeleri bitmez. Daha mahallenin Almanya’dan emekli, azıcık da cimri ama Atatürkçü kasabını, yıllarca tazecik yufkaları gözümüzün önünde açıp satan yufkacısını, elektrikli
eşyaları tamir eden, çok kibar, ama gerçekten çok kibar Artin Ustasını
anlatmadım bile…
Mahalleyi kafeler sardı sarmasına ama
Artin Usta hâlâ küçücük dükkânında direnmeye devam ediyor. Laz bakkalların
ikisi kapandı, elimizde sadece Ali Abi kaldı. Çok yaşlandı gerçi, ama O’nun artık
titreyen elleriyle kapısının önünü süpürdüğünü görmek bile huzurun ta kendisi
gibi geliyor benim iflah olmaz romantik tabiatıma.
Ne kadar uzattım lafı! Ne yazacaktım, nerelere gittim. Konu neydi? Dağıldı gitti her şey. Deep yakında konu
dışına çok çıktığım için beni Ağaç Ev Sohbetleri’nden afaroz etse yeridir! Sahi neydi konu?
AVM’lere
alışverişe mi gidiyoruz, zaman geçirmeye mi?
Cevap veriyorum efendim;
“Breh breh breh! Bende bu kafa
olduğu sürece New York’a da gitsem kendime mutlaka küçük esnaf bulurum gibi
geliyor. En kötüsü gider küçük esnafın olduğu mahallede otururum.
Ne kadar bazıları paragöz, şöyle
böyle olsa da; zaman zaman kendilerine kızsak da; küçük esnaf ile sohbet
etmek, sosyalleşmenin en güzel halidir. Domates dediğin, arada şaka yapılarak elle tek tek seçildiğinde lezzetli olur.
Bloglarımız da kocaman kocaman
ışıltılı pırıltılı “web siteleri” yanında küçük dükkânlar gibi durmuyor mu
zaten!”
İşte cevabım böyle. "Madem bu kadar kısa cevap verecektin, neden bu kadar uzattın?" diyorsanız da, esnaflık hali işte ne yaparsınız! Bazen böyle hesapsız kitapsız olabiliyoruz meslek gereği, af buyurunuz efenim...
Kalın
sağlıcakla, dostlarım benim…