30 Temmuz 2015 Perşembe

Giysiden kıs, ama asla boğazından kısma!

Baştan söyleyeyim, hayatımın hiçbir döneminde tabiri caizse “alışveriş delisi” olmadım. Memur çocuğu olduğumdan mıdır nedir, öyle bir alışkanlığım yoktu hiç. Zaten para kısıtlıydı netekim! Şimdi duygu sömürüsü yapmış olmayayım ama, benim çocukluğumda abladan kardeşe kısa vadede miras kalan şeyler listesi uzayıp gidiyordu. Giysiler, okul kitapları, hatta yarısı boş defterler, oyuncak(lar), okul formaları… Sonra büyüdüm, üniversitede okumak için uzak bir şehre yaşamaya tek başıma gittiğimde babamın söyledikleri ve benim yaptıklarım dün gibi aklımdadır, hatta anımsadıkça gülümserim. Aynen şöyle demişti:

Kızım kazak falan önemli değil, ama sakın aç kalma. Giysiden kıs, ama asla boğazından kısma!”

Ben de aynen babamın dediği gibi yaptım!

Vali Kebabı
İzmir’deydim, çok ihtiyacım olduğunda Kemeraltı’na gidip ucuz giysi alıyordum, sahaflar en çok uğradığım yerlerdi. Bununla birlikte evden gelen cüzi paranın büyük bir kısmını kebapçılarda, pidecilerde yerken içim hiç de acımazdı! Öyle ya, babamın dediğini yapıyordum! Hiç unutmam, Bornova’nın en lüks kebapçısına gidip arkadaşlarımızla “vali kebabı” söylerdik sık sık.
Şimdilerde var mıdır bu isimde bir yemek bilmiyorum ama, kocaman tepsi gibi bir tabağın içinde envai çeşit et yemeği hatırlıyorum ben. Ne paralar ödermişiz Allah bilir, hem de öğrenci bütçesiyle!

Sevgili babacığım nereden bilsin söylediği cümleyi kızının harfi harfine uygulayacağını! Keşke şöyle deseymiş:

Kızım kazak falan önemli değil, giysiden kıs. Öyle pahalı lokantalara falan gidip sakın kazıklanma! Orası Ege, ot cenneti! Git pazardan ot al, yoğurtla ye! Haftada bir balığını etini de ye, ama sakın öğrenci olduğunu unutma! Bütçeni iyi yap, hatta harçlığından kenara para koymaya çalış!”

Z kuşağına bir baba bunu dese!

Dijital kuşak

Şimdilerde, “dijital kuşak” da denilen 1991 sonrası doğumlu Z kuşağının özgür ruhlu çocuklarının, babalarının öğütlerini harfi harfine uyguladıklarını hiç sanmıyorum. Onların ders aldıkları tek platform var, o da internet! 
Dolayısıyla günümüz 15-25 yaş arası gençlerine bir baba “Çocuğum giysiden kıs, kazak falan önemli değil!” dese acaba alacağı cevap ne olurdu diye düşünüyorum da…

Ama internette çok acayip indirimler oluyo babacım!” Veya,
Ama baba sosyal medyadaki arkadaşlarıma bunu nasıl açıklarım, bana rüküş derler!” Veya,
Ohoo babişko, kazak da ne ki, ortamlar doğal gazlı zaten!” Veya,
Tamam babiş, ben zaten ikinci elciden retro takılıyorum!”
……

Z kuşağına tutumlu olmayı kim öğretecek?


İşte bu gençlere birilerinin tutumlu olmayı da öğretmesi gerekir. Kaldı ki paranın anlamı benim çocukluğumdan bu yana çok ama çok değişti. Eskiden şöyleydi böyleydi diye konuyu uzatmayacağım, sadece su’dan örnek vereyim. Evet eskiden sokaklardaki çeşmelerden bedava ve temiz su içebilirdi insanlar, oysa şimdi 0,5 litre su en az 50 krş! Var mı ötesi? Dolayısıyla bu gençlere birileri paralarını nasıl yöneteceklerini öğretmeli konusunda ısrar ediyorum. En çok vakit geçirdikleri platform madem internet, o halde internetten öğrensinler değil mi ama!
Bu kuşağın dili de farklı, anlayışı da! Benim babamın yaptığı gibi nasihatleri muhtemelen kaale almayacaklardır zaten!

Acaba onlara talimat verirken nokta kom’lu konuşmak iyi bir çözüm olabilir mi?

Mesela bir baba şöyle dese:
Orçun çocuğum, harçlığını artıramam nokta kom!”
Cevap şöyle gelebilir:
Meraklanma babacım, paramiyonetibiliyorum nokta net!”
Gelebilir elbette böyle bir cevap. Çünkü onların dilinden konuşan, kendileri gibi gençlerin eğitim verdiği bir platformları var artık. Adı da güzel:

Atölye çalışmaları yapıyorlar, online eğitimler veriyorlar, bütçe tüyoları veriyorlar kısa kısa, ülke çapında sayıları da artıyor her geçen gün. Hem de kategorize etmişler bu şahane çalışmaları:
Liseliyim, Üniversiteliyim, Yetişkinim, Girişimciyim” diye… Seçiyorsun yaş grubunu, para hakkında tatlı tatlı bilgi alıyorsun sıkılmadan… “Borcun mu var, bütçen mi açık, kenardaki paranı ne mi yapacaksın…” işaretliyorsun durumunu, onlar seni yönlendiriyor basitçe. Hatta bir tanıdığım söylüyordu geçenlerde, siteyle tanıştıktan sonra fark etmiş ki taksiye dünya kadar para veriyor, gitmiş kendisine bisiklet almış, acayip tasarruf etmiş! Denemesi bedava, buyurun  buradan bakınbana hak vereceksiniz!


paramiyonetiyorum.net

Aslında bütün bunları neden yazıyorum biliyor musunuz? Z kuşağından, ismi lazım değil çok sevdiğim bir yakınım, aynı benim geçtiğim yollardan geçip, aynı benim yaptığım hataları yapıyor ve ben üzülüyorum da ondan! Yani para ile olan ilişkisi aynı benim O’nun yaşlarındayken olan halim gibi, yani “başarısız”! İşe yeni başladı ve anladığım kadarıyla ayın ortasında parasız kalıyor. “Öğüt veren yetişkin akraba” modelini kendime, daha doğrusu onda oluşturduğum “entel karizmama (!)” yakıştıramadığım için, bu çok sevdiğim yakınıma üstü örtülü yardım etmeyi düşünüyorum açıkçası. Bu yapacağım şey entrika kategorisine girer mi bilmiyorum ama bu siteyi , bir punduna getirip kendisine tavsiye etmeyi düşünüyorum. 

İstiyorum ki benim gibi çok geç öğrenmesin tutumlu olmayı! Bakalım tepkisi ne olacak?

Gelişmeleri size de yazacağım meraklanmayın.

Sevgiyle kalın efendim, ama parasız da kalmayın…


Devamını Oku

26 Temmuz 2015 Pazar

Bir tatlı huzur aldım Moda'dan!

Ne zaman Moda'ya gitsem, kendimi başka bir şehirde, hatta başka bir ülkede gibi hissederim. Ağaçlar, çiçek kokuları, gezintiye çıkmış insanlar, sokak müzisyenleri, kibar sokak satıcıları, ışıklar, estetik dükkanlar, temizlik, ferahlık... “Oh be!” derim, güzellikler içinde nefes almanın mutluluğu bu olsa gerek!

Dün de öyle bir moddaydım. Yaylım ateşi gibi felaket haberlerinin yağdığı, içimde büyümekte olan endişe bulutlarını örtbas etmeye çalıştığım, yani kısacası daraldığım bu dönemde, nefes almak için attım kendimi Kadıköy sokaklarına.

Şimdi, bu kadar toz duman içinde Moda sokaklarından bahsetmenin sırası mı demeyin, tam da sırası aslında. Çünkü örselenen yüreklerimizin onarılmaya ihtiyacı var, küçük küçük mutluluklar yaratmazsak kendimize, nasıl yaşayacağız?

O çok sevdiğim “Hayat Güzeldir” filmindeki baba gibi, içimdeki çocuğa hayaller yaşatmaya devam ediyorum inadına, bu çabam hiç bitmeyecek hem de!

Dedim ya attım kendimi sokaklara, Moda'ya yaklaştıkça içimde yeşermeye başlayan pozitif duygular, gördüklerimle büyüdü, büyüdü, büyüdü ve akşam olup eve döndüğümde sanki hiçbir şey olmuyor bu aralar gibi, sanki öyleymiş gibi, sanki “mış” gibi hissediyordum!

Yok yok anlatmalıyım size de, “mutluluk bulaşıcıdır” çünkü, belki sizin de içiniz ısınır bir anlık da olsa..
Çok fotoğraf, az söz olsun o halde...
Haydi biraz gezelim o zaman...
Dedim ya, Moda sanki başka bir ülke gibi, baksanıza trafik lambasına... “Bisikletliler de geçebilir” diye yanan bir yeşil ışık var orada..
 Nasıl bir incelik, nasıl bir saygı durumu... İnsan hayret içinde kalıyor!

Moda-trafik lambası

Lambaları geçmişken o da nesi; davetkar bir panayır kapısı! Girmemek olur mu, olmaz! İçeride takılar, Manisa'dan gelme köy reçelleri, atıştırmalık yiyecekler... Nefes almalık bir yer işte. İnsanın içi açılıyor!

Moda Yaz Panayırı
Moda'nın kedileri bile sanki daha huzurlu mu ne! Hayvanlarla pek de içli dışlı olmayan benim bile fotoğraf çekesim geldi, düşünün ötesini!

Moda kedisi
İşte yine en sevdiğim ağacın altından geçiyorum... Bu ağacın gece görüntüsü bir harika gerçekten de... O yanan fenerlerden yansıyan ışık oyunları var ya, insanda gerçekten de dans etme isteği uyandırıyor, ne bileyim olmadı şarkı söyleyesiniz geliyor! 

Moda Fenerli Ağaç
Meşhur Ali Usta Dondurmacısı her zamanki gibi  çok kalabalık, yine kuyruk kaldırıma taşmış! Ama olsun, insanın hayatında böyle tekrarlar olmalı. Yani Ali Usta orada hep kalmalı, yerine AVM inşaatı yapılmamalı, o kuyruk hep uzamalı, o lezzet hep aynı kalmalı...
 İşte huzurun anahtarlarından biri:
 Muhafaza edebilmek bazı değerleri, bazı anıları, bazı şeyleri...

Moda Parkı
Çay bahçesinin önüne bir de küçük park yaptı bizim çevreci belediye sağolsun. Dinozor heykeli yapmaz Allah için, kültür ve sanata bakışı inceliklidir... 

Parkın önüne yine sıra sıra tezgahlar dizilmiş, canlılık ve hareket katmış parka. 
Zeki Müren plakları bile var, ne hoş...

Moda Parkından renkler


Etraftaki mısırcılar, buzlu bademciler, simitçiler de Moda düzeyine ayak uydurmuş. Yani tertemizler, yani bağırıp “geel vatandaş!” yapışkanlığında insanı germiyorlar... Sakinler, kibarlar, dedim ya Moda'lı satıcıların hali bile bir başka. Aman aman birileri görmesin duymasın, tahtaya vuralım üç kere...

Moda Çay Bahçesi gerçi çay fiyatlarını 3 TL yaparak azıcık benden olumsuz puan aldı ama, ne yapalım her güzelin azıcık kaprisi olacak!
Masaların üzerinde biriken çay tabaklarının sayılarak ödeme yapıldığı, müthiş manzarası ile şehrin nefes alınacak tek tük yerlerinden olan, bu upuzun ve yemyeşil parkta yapılacak en güzel şey, elbetteki Moda'lı yazar sevgili Buket Uzuner'in kitabını okumak olacaktı; ben de öyle yaptım. Bu parkta kendisinin söyleşisini de dinlemiştim.
 Moda'da yazıldığını bildiğim kitabı okumak nasıl da keyifliydi sormayın gitsin...

Toprak-Buket Uzuner

Sonra güneş battı, çok güzel battı, hem de öyle güzel battı kı!


İşte böyle sevgili dostlar...
Dedim ya, güzel şeylerden söz etmeye devam edeceğim ben...

Moda'da gün batımı

Savaş tamtamlarının sesini yükselten kara vicdanlıların hayatımızı zehir etmeye yönelik her türlü çabasına rağmen, inadına güzel şeylerden söz etmeye devam edeceğim...
Kitaplar, iyi filmler, iyi oyunlar, güzel diziler, güzel fotoğraflar, ruhuna rant saldırısı yememiş müstesna mekanlar...

Bence zaten umut hep var...
Sevgiyle...
Devamını Oku

20 Temmuz 2015 Pazartesi

Gizli Anların Yolcusu / Bora'nın Kitabı / Dönüş - Ayşe Kulin ve ben...

Handan'ı okuyup beğendiğimde, sevgili dostum KeyiftenYazar,  “Bu aslında bir dörtleme" demişti ve geçtiğimiz 8 mart'ta bana sürpriz yaparak serinin diğer kitaplarını göndermişti; nasıl da mutlu olmuştum kargo paketini görünce...

Geçen hafta tatile giderken Gizli Anların Yolcusu'nu yanıma aldım. 3 günde okuyup bitirince pişman oldum diğer kitapları da valize atmadığıma; kalan günlerde kitapsız ne yapacaktım? Hem Bora'ya ne olmuştu, İlhami ne yapacaktı, Derya, Eda ve Handan hayatlarını nasıl sürdüreceklerdi? Mecburen ikinci kitaba geçmek için tatilin bitişini beklemek zorunda kaldım. Aslında iyi de oldu, yoksa kitaba takılmaktan suya giremeyecektim. Zaten altı üstü tatilim bir haftaydı! Demem o ki, bence Ayşe Kulin kitapları tatil için mükemmel seçimler! Alın dörtlemeyi tatile giderken, okuyun sırayla:
 Gizli Anların Yolcusu, Bora'nın Kitabı, Dönüş ve Handan...
 Ben yanlışlıkla son kitabı en önce okumuştum ama fark etmedi; zira kitaplar birbirinden bağımsız da okunabiliyor.

Ayşe Kulin, bence müthiş sinematografik bir dille yazıyor kitaplarını. Yani okurken aynı zamanda izliyorsunuz olayları. Bence okuduğum kitaplarının hepsi kendi içinde dizi senaryosu da olur, sinema filmi de, ki bazıları çekildi zaten. İyi bir hikaye anlatıcısı Kulin, keyifle ve merakla okunuyor yazdıkları. Çok kolay, çok kıvrak, çok akıcı, merak uyandıran bir dili var. Dedim ya tatil için şahane seçimler; kafa dağıtmak için, iyi bir hikayenin izlerini sürmek, sıkılmadan, seri okumalar yapmak için...

Açıkçası son dönemlerde keşfetiğim Ayşe Kulin kitaplarını okurken elimde kalem olmuyor, altını çizmeden okuyorum hızlı hızlı. Çünkü hikayeyi takip ediyorum sözcüklerin izlerinden çok; şimdi ne olacak acaba diye... Hani kimi kitaplarda geriye dönmek istersiniz, bazı yerleri yeniden okumak istersiniz, altını çizdiğiniz paragraflar olur, üzerinde uzun uzun düşündüğünüz bölümlere takılırsınız; Kulin'in okuduğum kitaplarında öyle bir şey hiç olmadı. O'nun kitaplarını okumak, nasıl desem; tam dinlenmelik, tam kafa boşaltmalık, yani dizi film izlemek gibi...

Gizli Anların Yolcusu - Ayşe Kulin

Gizi Anların Yolcusu, bir yayınevinin sahibi olan İlhami'nin ağzından yazılmış. Adamın hayatındaki inişler çıkışlar, aşklar, yalanlar, aldatmalar... Bu kitaptan sonra Kulin'e LGBTT derneği tarafından 2012 yılının “Hormonlu Domates “homofobi ödülü layık görülmüş. Kitapta eşcinsellik doğru tanımlanmamış diyor bu konuda eleştirisi olanlar. Ama bu bir roman, anlatılanlar da yazarın bakış açısından ve hayal gücünden süzülen kurgu karakterlerin hikayesi. Dolayısıyla ben bu noktada yazara haksızlık yapıldığını düşünüyorum.

Bora'nın Kitabı - Ayşe Kulin

Birinci kitap soru işaretleriyle bitince tatil dönüşü daha valizimi doğru dürüst boşaltmadan ikinci kitaba, yani Bora'nın Hikayesi'ne başladım. Yine bir iki günde okudum ama açıkçası biraz da sıkıldım. Çünkü birinci kitapta anlatılanların tekrar edildiği bölümler vardı. Bora'nın geçmişine döndük, çocukluğuna gittik, en iyi dostuyla olan ilişkisini irdeledik. İlk kitapta İlhami'nin bakış açısından anlatılanlar, bu sefer eklemeler de yapılarak Bora'nın ağzından yazılmıştı.


Üçüncü kitap Dönüş'ü ise bir günde bitirdim. Bu sefer anlatıcı, İlhami'nin kızı Derya'ydı. Derya babasını anlamaya çalıştı bu kitapta, babasını aradı...


Bana kalırsa ikinci ve üçüncü kitaplar birinciye eklenebilirdi. Böylece seriyi ard arda okuyan benim gibi okuyucularda sıkıntı yaratan tekrarlar önlenmiş olurdu. Ama yazarın takdiridir, öyle uygun görmüştür... Yazarları çok da eleştirmemek lazım diyorum, onlar kırılgan insanlardır. Zira günün birinde ben de roman yazacağım ya, en büyük hayalim bu ya, şimdiden gardımı mı alıyorum nedir, pek bir empati kurmaya başladım bu aralar kendileriyle... 

Sonuç olarak, tatil kitabı arayanlara tavsiye ediyorum bu seriyi. Dördüncü kitabı Handan'ı da burada detaylı bir şekilde yazmıştım.

Keyifli okumalar efendim, sıcak yaz günlerini kitaplarla serinletsin herkes...



Devamını Oku

15 Temmuz 2015 Çarşamba

Herşey dahil otellerde eşitlik ve özgürlüğü satın almak!

Ne zaman tatile gitsem kafamda tuhaf fikirlerle dönüyorum. Günlük keşmekeşten, haberlerden, sosyal medyadan uzak olunca demek ki insan başka konulara yoğunlaşabiliyor.
Bu tatilde de eşitliğe ve özgürlüğe takıldım. Ama tabii ki bu kavramların tatil versiyonlarıydı benim düşündüklerim.
Tezim şu:
Herşey dahil oteller, yani tatil köyleri, parayla eşitliğin ve özgürlüğün satın alındığı ütopik mekanlardır. Hatta Ultra Herşey Dahil Oteller'de buna bir de aristokratik sınıfsal tanımlamalar da dahil olur. Nasıl mı? Herkes “dük” ve “düşes” gibi muamele görür de ondan...

Hadi canım, olur mu öyle şey, amma saçmaladın!” demeyin. Bakın şimdi size anlatıyorum.


Orada tatil yapan herkesin yanında cüzdan taşımadan yaşaması eşitlik ve özgürlük değil midir? Dediğim gibi özgürlüğü satın almışsınız zaten baştan.. Mesela susadınız, dolaplardaki buz gibi soğutulmuş sulardan, ayranlardan ve hatta envai çeşit kokteyl ve içeceklerden canınızın çektiğini alıp içebilirsiniz, kimse size para sormaz! Acıktınız, açık büfeden istediğiniz kadar yemek yiyebilirsiniz. Canınız dondurma ya da pasta çekerse gidersiniz tatil köyünün pastahanesine, açar dolabı istediğinizi alırsınız. Kimse size “ne yapıyorsun!” demez...

Gerçek hayatta ne olduğunuzun, nasıl bir gelire sahip olduğunuzun hiçbir önemi olmaz orada! Zira son model arabanız varsa, otelin dışında park etmişsinizdir. Arabanız yoksa da zaten orada herkes arabasız dolaştığı için hiç eksiklik hissetmezsiniz. Kimin ne kadar para kazandığının önemi yoktur herşey dahil otellerde, herkes eşittir. Herkese aynı lüks hizmet sunulur. Ultra Herşey Dahil bir otele gittiyseniz zaten hepiniz dük'sünüz, hepiniz düşes... Hemen hemen her ihtiyacınız sorgusuz sualsiz karşılanır çünkü...
Birileri kendi egoları bu muamele ile yetinmeyeceği için, kendisine daha da özel davranılması için, tatil köyü çalışanlarına bahşiş dağıtır, siz ise gizlice “tip” kutusuna bahşişi atarak onlara içten içten gülümser ve düşes olmaya devam edersiniz; sonuç rüşvetle pek de değişmez anlayacağınız...


Eşitlik para kullanmayarak sağlanırken özgürlük de giyim kuşamda ortaya çıkar. Bir minyatür kenttir orası ve herkes yarıçıplak dolaşır! Markete, doktora, kuaföre, yemek salonuna, bara da aynı kıyafetle gidersiniz. Üstünüzde bir mayo ve ayağınızda şıpıdık terliklerle takılırsınız yani! İster güzel olun ister çirkin, ister yaşlı olun ister genç, ister bir firmanın patronu olun ister çalışanı, mayonuz ve terlikleriniz sizi diğerleriyle eşitler ve aynı zamanda özgür kılar. Belki içinizden birileri mayosunu semt pazarından almıştır 20 liraya, birileri de 1200 lira vererek lüks mağazadan almıştır. Ne fark eder ki! Sonuçta herkesin mayosu ıslaktır, çünkü herkes suya girmektedir. Kimileri daha zengin ve daha özgür ve daha eşit olduğunu göstermek için mayosuna swarovski taşlar takmış olsa da ne gam! Güneş gözlüğünün yanında yazan markaya kim bakar ki orada!


Eşitlik bununla da sınırlı kalmaz. O ütopik tatil köyünde Alman, Rus, Kazak, Türk, Kürt, Fransız ya da İngiliz olmanızın da bir önemi yoktur. Milliyetçi damarlarınız istediğiniz kadar kabarık olsun, kendinizi diğer halklardan istediğiniz kadar üstün görün hiç fark etmez. Herşey dahil tatil köylerinde millet farkı gözetilmez, herkes aynı muameleyi görür. Dedim ya çünkü oralar gerçekten de ütopya gibidir. Thomas Moore bile tatil köylerinde azıcık yaşasaydı, “İşte böyle bir şey!” derdi bence...

Dahası da var. Eşitlik kültürel anlamda da kendini gösterir. Zira herkes aynı şeylerle eğlenir orada. Fazla seçenek olmadığı için biraz da mecbur kalırsınız gerçi ama emin olun insan zaman içinde alışır. Evet ilginçtir ama gerçektir. Mesela normalde “ayy ne iğrenç!“ dediğiniz pop müziklerle dans ederken bulursunuz kendinizi Herşey Dahil Otel'lerde! Bir animatör “şimdi eller havaya!” diye komut verince robot gibi herkes aynı anda ellerini kaldırarak dans etmeye başlar yalan mı? Çünkü beynimizi eğlenmeye kodlamışızdır. Dansöz de seyrederiz,Lambada dansı da yaparız öyle otellerde. Çünkü herkes eşittir, kim ne der gibi kaygılarımız yoktur, ve dedim ya amaç sadece eğlenmektir. Havuzda nasıl ki birbirimize su sıçratarak çocukça mutlu oluyorsak, diskoya gidip seksenli yılların müzikleriyle dans etmek de o kadar normal gelir tatil köylerinde...


Her şey pırıl pırıldır. Her gün çarşaflarınız değişir, her gün havlularınız yıkanır, yerlerde bir çöp yoktur, hatta sinek bile gezinmez! Her yer yemyeşildir, herkes güler yüzlüdür, tanıyan tanımayan herkes birbirine gülümseyerek “günaydın” der, ne bileyim siz “Alice”'sinizdir, orası da Harikalar Diyarı! Bütün hayatınızın böyle bir köyde geçtiğini düşünsenize! Bu ütopya değil de nedir....



Ama işte dedim ya bu bir ütopyadır nihayetinde. Yani sözlük anlamıyla “aslında olmayan, gerçekleşmesi imkansız, tasarlanmış toplum modelidir.” Yani tatil bitince bütün atlar kabak olur, kül kedisi olmaya devam edersiniz siz de. Ama beyninizin kıvrımlarında çook güzel anılar birikmiştir, o anılar da normal hayatınıza daha güzel bakmanızı sağlar, kül kediğilinden sıyrılmaya başlarsınız ufak ufak. Öyle ya, kısa süreliğine de olsa “düşes” olmanın tadını almışsınızdır bir kere!

Bir de bu güzel masalın görünmeyen kısmı vardır tabii ki! Zira o çarşaflar kendi kendine temizlenmiyordur, o yemekleri yapan usta eller, siz mutlu mesut tatil yaparken kan ter içinde çalışmaktadır. Garsonlar, işçiler, bahçıvanlar, housekeeper'lar...


Sanırım marifet, o tatilden dönünce de eşitlik gözlüğünü çıkarmamakta olsa gerek...

Sevgiyle...
Devamını Oku

3 Temmuz 2015 Cuma

Bir hafta kaçıyorum...

Yok canım, ne münasebet! Blogu elbette her zamanki gibi önemsiyor ve yalnız bırakmıyorum. Bir hafta yazamasam da O hep benim gönlümde olacak. Dikkat ederseniz "O" dedim, yani harf büyük...
Sadece ama sadece bir haftalık bir tatil bu...

Bir haftalık kaçış, bir haftalık şarj, bir haftalık uzaklaşış...
Bir hafta sonra geleceğim merak etmeyin efenim...

Instagram' da, ya da Facebook'da bir şeyler paylaşırım belki, kalanı gelince  burada uzun uzun anlatırım nasılsa...
Sevgiler, saygılar. 
Büyüklerin ellerinden, küçüklerin güzel yanaklarından...


Devamını Oku