29 Ekim 2017 Pazar

Dizi Setinden İzlenimlerim


İki dönem boyunca katıldığım, bu sene işler güçler yüzünden aksattığım senaryo atölyesinde hocamız dün bizi dizi setine götürdü. Daha önce sokakta defalarca çekimlere tanık olmuştum; fakat detaylı olarak ilk kez çekim izleyeceğim için oldukça heyecanlıydım. Bize sağlanan minibüse bindik ve yaklaşık bir saat sonra İstanbul'un sınırlarındaki Darıca'ya yani sete geldik. Arabadan indiğimizde pek çok minibüs ve karavanla karşılaştık. Geldiğimiz yer de sıradan bir mahalle değil, filmler için inşaa edilmiş oldukça büyük bir açık hava platosuydu.

Açık Hava Film Platosu

Kapıda bizi bir görevli karşıladı. İçeri almadan önce “Şu anda çekim var, lütfen telefonlarınızı sessize alın” dedi. Hemen telefonlarımızın sesini kıstık. Adeta bir mabede girer gibi yavaş yavaş platonun içine adımlarımızı attık. İçeriye girince çok şaşırdım. Doksanlı yıllardan kalma eski zaman kasabasını andıran pek çok ev vardı. Evler gerçekti, aralarında sokaklar vardı. Bakkal, manav, kahvehane gibi pek çok dükkan vardı. Sokakların tabelaları oldukça sahiciydi. Evlerin çoğunun camları açıktı, tül perdeleri uçuşuyordu. Kiminin penceresinin önündeki çiçeklere dikkatle bakmasam, sahte olduklarını anlayamazdım. Sonradan araştırdığıma göre bu platonun 6 dönümlük arazide bundan 4 sene önce 1 milyar dolar harcanarak kurulmuş olduğunu öğrendim. Platoda yer alan bakkal, pastahane, berber gibi yapıların tamamı Darıca'daki tarihi binaların birebir kopyası olarak inşa edilmiş. Bildiğiniz küçük bir mahalle orası. İçinde 7 sokak, 12 apartman ve farklı farklı 10 dükkan var. Ara yolların asfaltına, taş döşeli kaldırımlara ve dikilmiş canlı ağaçlara kadar bütün detaylar düşünülmüş. Platoya girdiğim anda sinemanın büyüsü beni sarmaladı. Gerçekler içinde hayaller, hayaller içinde gerçekler adeta dans ediyor sinemada. Ne muhteşem bir şey bu!

Hummalı çalışma
Platoya girdiğimizde üzerinde “ Balat Erkek Öğrenci Yurdu” yazan, kapısının önünde gerçek bir Atatürk heykeli olan binadan sağa doğru yöneldik. Sokakların birleştiği bir meydan, meydandaki bir dükkanın önünde dizide geçen eski model bir araba karşıladı bizi. Etrafta koşuşturan onlarca insan, ışıklar, kameralar, kablolar... Yönetmen ve görüntü yönetmeni yan yana oturuyordu bir tente altında. Önlerindeki iki ekranda farklı kameralardan gelen görüntüler vardı. Biz tam yönetmenin arkasında durduk ve bu sayede olup biten her şeyi izleme olanağı bulduk. Aklıma gelmişken söyleyeyim; son yıllarda oldukça moda olan “yönetmen koltuğu”nun sahicisini de görmüş oldum sette. Ama öylece kenarda duruyordu. Demek ki yönetmen çadırından ayrılınca kullanacaktı sandalyesini.

Gerçek içinde hayal, hayal içinde gerçek...
Birden görevlilerden birisi “Sessizlik” diye bağırdı. Zaten kısık sesle konuşan herkes sus pus oldu. Sonra yine görevlilerden biri “Trafik başlasın!”komutunu verdi. Bunun üzerine sokaktan insanlar geçmeye başladı. Bence figüranların hepsi yerel halktan seçilmişti. O kadar güzel yapıyorlardı ki işlerini... Bir kadın pazar çantasıyla karşıdan geliyor, öbür taraftan bir adam yürüyor falan... Sonra başrol oyuncusu dükkandan çıktı ve konuşmaya başladı. Konuşması bitince yönetmen ”Cut!” dedi sahne kesildi. Ezber vardı, sufle yoktu. Haftada yüz yirmi dakika çekilen dizilerdeki kalınca bir kitap gibi olan senaryoyu nasıl ezberliyorlar, takdir etmek lazım. Ve elbette o senaryo kısa sürede nasıl kotarılıyor! Hani kızıyoruz ya ne saçma laflar bunlar diye... Senarist ne yapsın; kısa sürede kalın bir kitabı nasıl yazsın! Halbuki yabancı dizilerdeki gibi süre kırk beş dakika olsa, senaryonun da çekimlerin de kalitesi kim bilir nasıl değişir!

Boom; çık kareden :)
Toplamda bir kaç dakikalık sahne için en az beş kez çekim yapıldı. Bir saate yakın zaman aldı sahnenin bitmesi. Ön kamera, arka kamere, yakın planlar... Her seferinde oyuncu aynı repliği söylüyordu. Oyuncuların olmadığı hareket sahneleri için ise bir görevli, oyuncunun repliğini okuyarak sanırım süre ayarlaması yapıyordu. Bu arada oyuncusuz ara görüntüler alındı. Bir ara uçak geçti, yine çekim kesildi. Önceki çekimde bankta oturan figüran yerinden kalktığı için görüntü yönetmeni uyardı çocuğu. Başrol oyuncusu da “Elimde tespih var mıydı?” diye sordu. Bütün bu detaylar, devamlılık için çok önemli şeyler.

Ben en çok açık havada biz paltoyla üşürken incecik peştemal ile dolaşan oyuncuya üzüldüm. Düşünsenize saatlerce o şekilde dolaşmak zorunda! Geçenlerde okumuştum;Türkiye'deki oyuncuların en büyük sorunu üşümekmiş. Halbuki bu işlerin kolayı var. Mesela Hollywood'da filmler devasa kapalı stüdyolarda çekliyor. Adamlar stüdyoda çölün de, plajın da, uzayın da sahtesini yapabiliyor! Bize de böyle platolar lazım; ya da filmler ve diziler kış aylarında daha sıcak olan Antalya veya Adana'da çekilmeli! Yazık bu insanlara bence. 

 Neyse ben olayı anlatmaya devam edeyim:

YönetmenSay” dediğinde, üzerinde planın numarası, kaçıncı çekim olduğu gibi montajda işe yarayan bilgiler yazan “klaket” devreye giriyordu. Klaketi tutan kişi “çat” diye tahtayı kapatınca
 “Üç, iki bir, buyurun! “ diye oyunu başlatıyordu yönetmen yardımcısı. Setin ayrı bir jargonu vardı, ayrı bir enerjisi vardı. Bence insan öyle bir yerde normal bir işteymiş gibi “Biraz kaytarayım, cep telefonuma bakayım!” falan diyemez. Aşırı konsantrasyon var, ve bir de aşırı emek sarf ediliyor. Set işçileri sürekli ayakta; sağa sola  koşturuyor. Yönetmenler sürekli sigara çay içiyor. Yüzleri yorgunluktan ve bence düzensiz beslenmekten kara sarıya dönmüş. Gerginler; çünkü çekimler kolay kolay bitmiyor. Düşünsenize haftada yüz yirmi hatta yüz elli dakika süren dizi çekmek kolay iş mi!
Sette dinlenme yok!

 Çekimleri uzunca bir süre soluksuz bir şekilde izledikten sonra yönetmen, söyleşi yapmaya vakti olmadığı için bizden özür diledi.  En sonunda başrol oyuncuları ile birlikte toplu fotoğraf çekildik ve platodan ayrıldık.

Bu ziyarette sinemanın büyüsüne daha da çok kapıldım. Adım adım o sihirli dünyaya yaklaştığımı hissediyorum. Bir gün mutlaka kendi senaryomun çekildiği sete gideceğim. Ve size bu blogda anlatacağım...


Devamını Oku

14 Ekim 2017 Cumartesi

Akılsız Telefonla Nostalji Günlerim

Her sabah işe giderken bir fotoğraf çekiyordum cep telefonumla. Sonra otobüse binince o fotoğrafı Facebook'da ya da Instagram'da paylaşıyor, altına da içimden gelen bir paragrafı yazıyordum. Gayet de keyifli bir rutin haline gelmişti bu benim için. Zamansızlıktan sadece hafta sonları bloga yazabildiğimden ötürü,  sosyal medyadaki bu mini yazılarla oyalanıyordum kendimce.

En son 3 gün önce çarşamba günü yazmıştım yine bir şeyler. Hatta yeni başladığım kitabımı otobüs camına dayayıp fotoğrafını çekmiştim.



O gün öğlene doğru iş yerinde mutfağa gittim.  Tezgahın önünde ayakta duruyor, ne yemek var diye bakıyordum. Bir ara istemsizce cep telefonumu çıkardım cebimden. Hani öylesine açıp bakıyoruz ya telefona defalarca. Öyle bir andı işte, gayrı ihtiyari...  Sonra tahmin ettiğiniz şey oldu. Evet; telefon elimden "çat" diye yere düştü bir anda! Üstelik nasıl olduysa düşerken ters takla attı ve ekranı yer tarafına döndü. “Çaatt!” diye bir ses çıktı. İçimden “Eyvah, gitti!” dedim, öylece bakakaldım. Daha önce de defalarca düşmüştü, ama sırt üstü düştüğü için en fazla bataryası dağılmıştı. Bu sefer dış görünüşte hiç bir yeri dağılmadı, o düşmeye  camı bile çatlamadı! Çünkü iç kanama geçiriyordu zavallıcık! Aldım elime korka korka, tabii ki ekran gitmiş, yerinde boş bir karaltı bana bakıyordu. Hemen nabzını dinledim, kalp atışlarına baktım. Iıhh, ses gelmiyordu. Ambulans çağırmadan önce ilk müdahaleyi yapayım dedim. Ortalama her Türk'ün yapacağı gibi bataryasını söktüm, sonra yeniden taktım. Bizde adettir bilirsiniz; ya çalışmayan alete afili bir tokat atarız, ya da fişini çekip yeniden takarız. İşe de yarar! Ben de kültürümüze yakışanı yaptım ve bataryayı yeniden takınca telefon düzelecek sandım. Açılmasını bekledim bir süre. Evet açıldı. Fakat ekranın yarısı vardı, yarısı yoktu.


 Şifreyi el yordamıyla girecektim mecbur. Hay bin kunduz! Bir kere girdim, olmadı. Sayıların sol tarafını göremiyordum ki! İkinci kez girdim yine olmadı. Artık son hakkım kalmıştı, onu da yanlış girersem telefonu hepten kaybedecektim! Son seferde çok hassas davrandım ve şifreyi girmeyi başardım. Evet telefonum açıldı! Peki ama her şey bitti mi? Elbette hayır! Erken sevinmişim, çünkü yine ekranın sağı vardı, solu yoktu! Dolayısıyla da telefonun bu şekilde varlığı bana bir şey ifade etmiyordu. Zaten kafası iyice karışmıştı garibanın.

O maviydi, üç sene önceki doğum günü hediyemdi, ilk akıllı telefonumdu! Son zamanlarda
çok acı çekiyordu gerçi. Uygulamaları açamaz olmuştu, hafıza kaybı vardı. Aslında uzatmaları oynuyorduk birlikte. Format atmayı düşünüyordum, o benden önce davrandı.  Kendi kendinin fişini çekmeye karar verdi! Demek ki telefonların ötenazi özgürlükleri varmış, bunu da öğrenmiş oldum!

 Ne yapabilirdim, bu da onun kararıydı, saygı duymak lazımdı! Bu arada ambulansa haber verildi hemen. Meğer bizim iş yerine servis veren mobil bir cep telefoncusu arkadaş varmış. Ambulans gibi bir şey işte. Geldi baktı; “Ekranı değiştiririm ama bu mavi kasadan bulamam" dedi! Yüzümde nasıl bir üzüntülü ifade oluşmuşsa artık, “Beyaz yaparız!” dedi daha sonra! Sanki beyaz maviye özdeşmiş gibi... Sustum, devam etti. 

“Ben tamir edince sizi 5-6 ay daha idare eder” dedi. “Ne kadara olur?” diye sordum. “Size 100 TL” dedi. Benim adımı bile bilmez etmez, bana 100'müş! Niye seksen değil! Hayır nasıl maliyet yaptın iki dakikada da "yüz" diyorsun! Bunları içimden düşündüm tabii ki; bu arada bir sessizlik oldu. Bizim acar ambulans telefoncu baktı müşteri kararsız, hemen atağa geçti:  “İsterseniz size yeni bir telefon verelim!” dedi. “Yeni ayfonlardan yakışır” dedi gülümseyerek. Öyle ya herkesin elinde ayfon var.  Benim gibi alışveriş düşmanı birine çattığını nereden bilsin zavallı! “Bir telefona üç dört bin lira asla vermem, o işler bana göre değil!” dedim. “O zaman tamir edeyim!” dedi. “Ben bir düşüneyim” dedim. Akşam anlayan birine gösterdim telefonu. Öğrendim ki meğer içi de parçalanmış! Yani 100 TL verip iki gün sonra tekrar sorun yaşatma riski var! Bu durumda kadere boyun eğdim ve zor da olsa vedalaştım telefonumla. Peki ne yaptım?

Eski dostlar, mavi telefonlar gibi...

Eski Nokia'ma taktım kartı. Taş gibi çalışıyor mübarek! Nereden baksan yaşı dokuz ya da on! Perşembe gününden bu yana hesap edin iki buçuk gün oldu, şarj çizgisi hala dolu! Hep söylüyorum, yine tekrar edeyim :

“Bence teknoloji, kapitalizmin çıkarlarına daha iyi hizmet edebilmek için geliştiriliyor!” Her şey biz daha çok tüketelim diye kurgulanıyor! 

Yeni teknoloji ile üretilen ürünlerin kullanım ömrü git gide kısalıyor farkında değil misiniz? Kırmızı başlıklı kız sorsa mesela  teknoloji nineye:

“- Telefonum neden iki sene sonra bozuluyor Tekno Nine?”

dese; iyi kalpli bilim teknik babaannesi gibi görünen, aslında maskesinin altında kapitalizm canavarı yatan teknoloji şöyle cevap verir muhtemelen:

“- Seni daha iyi sömürebilmek için modern insan!”

Eskiden bilmez misiniz annelerimizin evlenirken aldıkları buzdolabı otuz sene ayakta kalırdı, taş gibilerdi! Çünkü mühendislik, bir ürünün dayanıklı olması için de kafa yorulan bir bilimdi. Oysa şimdi öyle mi! Adamlar öyle bir sistem uyguluyor ki, misal çamaşır makinenizin garanti süresi bitince çat diye makine bozuluyor.  Sanki programlanmış gibi! Hiç başınıza gelmedi mi?

Güya yeni işe girdim, gelirim eskiye göre biraz arttı ya! İki hafta önce modem bozuldu, yenisini aldım. Geçen hafta sekiz sene önce aldığım ve yine rengi metalik mavi olan elektrik süpürgem bozuldu, mecburen yenisini aldım. Bu seferki mavi-kırmızı karışım renk ama ne yapayım, toz içinde yaşamaktansa kırmızıya katlanacağım artık! Bu hafta da telefonum bozuldu; mecburen yenisini alacağım. Ya birileri nazar değdirdi bana, ya da evrenin bir bildiği var; bol bol para harcatıyor! Ne oldu şimdi; güya işe girdim, evdeki her aleti yeniliyorum! O zaman hemen ricada bulunalım:

"Sevgili Evren, lütfen pozitif enerjilerini gönder; artık bir şeylerim bozulmasın, amin !"


Eski telefonumla nostalji  yaşıyorum

Telefonlar birer birer eskiyor...

Olabilecek en makul fiyatlı telefonun internetten siparişini verdim bu arada. Elbette ayfon değil. En az bilinen marka, Casper Via M2. Görgüsüz gibi marka yazdığımı düşünmeyin. Tam tersine mütevazı, “best seller” olmayan ve piyasadaki en makul fiyattaki telefonlardan  biri bu. Araştırdım da söylüyorum, reklam falan yapmıyorum yanlış anlaşılmasın. Makul fiyatta ve işlevsel telefon arayan  vardır belki diye yazıyorum bunu! Neden mi alıyorum yeni telefon; sadece iş hayatı için! Bütün iş hayatı akıllı telefonlarla, Whatsapp gruplarıyla iç içe geçmiş durumda çünkü. 
Eski Nokiaaa, Eski Nokiaa

Siparişi verdim dün akşam,- bu arada da  eski Nokia'mla  hasret gideriyorum, nostalji yaşıyorum. Ne zaman sıkışsam yardımıma koşuyor sağolsun.  Avcumun içine sığıyor, minik bir zarafeti var. Üstelik mavi o da, en sevdiğimden! İçinde 2010 yılından harika mesajlar kalmış. Çıkarıyorum mesaj yazmak için otobüste, herkes şaşkın şaşkın bana bakıyor.  Sanki elimde dinozor varmış gibi! Topu topu 10 senelik bir alet oysa bu. Tarih için 10 sene nedir? Düşünün teknolojideki hızı...

“Surat ekle” diye bir seçeneği var menüsünde Nokia'mın. İki nokta üst üste kapa parantez, iki nokta üst üste aç parantez, bir iki seçenek daha... Emoji denilen sarı suratlar  henüz keşfedilmemiş o zamanlar. Ne kadar az özellik, o kadar naiflik ve duygusallık. 

Bu arada yeri gelmişken söyleyeyim.  Telefon bozulma hikayesinde anladım ki, ben akıllı telefon bağımlısı değilmişim! Gün içerisinde hiç olmazsa en az 10-20 kere whatsapp vs. bakarken, akılsız şirin telefonumu kullandığımdan bu yana telefon öylece cebimde duruyor. Sadece aramam gerektiğinde kullanıyorum, kafam rahat. Sosyal medyanın bilgi kirliliğinden uzak, kitaplara yakın nefis bir deneyim oldu bu bir kaç gün benim için. Önümüzdeki salı gününe kadar da böyle dolaşacağım. Bir nevi özgürlük aslında. Minimalizme yolculuğun belki de ilk adımları böyledir, kim bilebilir... 


Devamını Oku

1 Ekim 2017 Pazar

Otobüs Günlükleri - 1 / Hakkını Helal Et!

Hayatımda ilk kez otobüsle işe gidiyorum. İlk günlerde erken kalkmak ve evden erken çıkmakla ilgili biraz problem yaşadıysam da, sonrasında bu durumun aslında bir fırsat olduğunun farkına vardım. Düşünsenize; günde en az 2 saat kitap okuma fırsatı! Kim kime sağlar böyle lüks ve özlenilen bir olanağı? Bir de otobüste şahit olduğum insan hikayeleri var; ki onlar da senaryo ya da roman yazma hayali kuran içimdeki yazar adayı için bonus!

Dedim ki kendi kendime; “Evet neden olmasın; blogda ' Otobüs Günlükleri' adında bir yazı dizisi başlatabilirim...” Beni tanıyanlar, hayalci tarafımı bilenler, yine içimdeki Pollyanna'nın yönlendirmesine maruz kaldığımın farkındadır kuşkusuz. Ama başka türlüsü de olmaz ki arkadaş! Yani hayat trafikte harcanan zamana ağlayarak geçmez ki... Açıkçası ben dışarıdan kötü görünen her olayda iyi bir şeyler olduğunu düşünüyorum. Tabii ki görebilenler ve bakmasını bilenler faydalanıyor bu durumdan. Hatta bu -dışarıdan kötü gibi görünen durumların- içsel gelişimimizde ve dönüşümümüzde önümüze çıkan ayrıcalıklı fırsatlar olduğunu bile söyleyebilirim. Neyse bu kadar girizgahtan sonra otobüs ile işe gitme ritüelinde yaklaşık bir ayda yaşadığım deneyimleri aktarmaya başlasam iyi olacak.

iett'den manzara

Otobüs bence nar gibi bir şey. Dışarıdan bakıyorsun bir tane, içine giriyorsun onlarca hayat, onlarca da öykü... Ortalama 22 kişi falan otursa, 70 kişi de ayakta olsa nereden baksanız yüz kişi, belki de daha fazlası bir arada bir hedefe doğru aynı çatı altında ilerliyor. Hani son zamanlarda HAYALLER-HAYATLAR diye caps'ler yapılıyor ya! Şimdi ben de hayalimde bu yüz kişinin hepsinin elinde kitap olduğunu canlandırıyorum. Ama hayatlar kısmına geçince karşıma cep telefonları, güya dışarıya ses vermeyen kulaklıklar ve elbette yüksek sesle konuşan insanlar geliyor. Hayaller evropai, hayatlar arabesksel izdüşümün dalga boylarında geziniyor...

Yeni model otobüsler bir garip. İçinde yüksek çıkıntılar, girintiler, tersli düzlü koltuklar falan var. Sanırsınız insan taşımak için değil de bienal için özel tasarım üretilmişler gibi. Ergonomi elbette yerlerde sürünüyor; orası ayrı bir yazı konusu olsun. Neyse işte onlardan bir tanesine denk geldim. Şoförün arkasında daracık yüksek tek kişilik bir koltuk var. Onun arkasında çift kişilik, önünde tekerlekli sandalye için boş alan bulunan ikili bir koltuk konuşlanmış. Bu koltuğun önünde tutunma demirleri var. Ben de orada oturuyorum, yanımda da bir kadın oturuyor. Otobüs ağzına kadar dolu. (“Full dolu” demeyeceğim elbette, kimse bana “full dolu” dedirtemez, “nüans farkı” da demem iyi bildiniz) Nerede kalmıştık, evet önümde iki genç kız var. Muhtemelen imam hatip okuluna gidiyorlar. Bunu kıyafetlerinden anlayabiliyorum. Aslında hiç de önemli değil nasıl bir okula gittikleri, sonuç olarak ergenler! Hani vardır ya ergen konuşması, heyecanlı heyecanlı anlatırlar. Onların konuşmasında nokta, virgül olmaz; hatta konuşma çizgisi bile olmaz. Çünkü birbirlerinin ağzından lafı havada kaparlar, hop çevirirler, lastik gibi uzatırlar, uzatırlar, uzatırlar... Ne dedikleri de pek anlaşılmaz. Bu iki kız da bir üçüncü kız hakkında atıp tutuyor. Yaşıtlarından tek farkları ise dedikodu yaptıkları sırada araya dini söylemler eklemeleri. Mesela “O öyle davranıyor ama kul hakkı yiyor, farkında değil salak!” falan diyorlar. Ben de bu arada Jack London'un “Beyaz Diş” adlı kitabını okumaya çalışıyorum. 

Jack London - Beyaz Diş 

En ilginç yerdeyim; tam da dişi kurt içindeki bütün özgürlük içgüdüsünü bir kenara bırakıp insanlara köpek gibi sadık olmayı öğreniyor; bizim kızlar tam gaz konuşmaya devam ediyor. Sayfayı geri çeviriyorum; dişi kurt efendisinin ellerini ensesinde gezdirmesinden haz duyuyor ama sevgisini gösteremiyor, bizim kızlar tam gaz konuşmaya devam ediyor. “Ya ama o elbise hiç onda güzel durmuş mu, eşarbı ne biçimdi?” diyorlar, dişi kurta evcil köpekler saldırıyor. “Çok acıktım, evde ne yemek var acaba” diyor kızlardan biri ve arkadaşına kek tarifi yapmaya başlıyor; dişi kurt tam da o anda içindeki vahşiliğe engel olamayarak sahibinin tavuklarını avlıyor! Aksilik bu ya, o gün de trafik adeta duruyor. Zaman akıp gidiyor; ne yol bitiyor ne de benim sayfalar. Sürekli geri dönüyorum. En sonunda dayanamıyorum, kızlara dönerek;

“- Enerjinize hayran kaldım.” diyorum gülümseyerek.

Tabii ki bağırmıyorum, kara mizah yapıyorum. Ben öyle deyince onlar da gülümsüyor, anlamıyorlar pek. Ben devam ediyorum;

“- Hiç susmadınız, gerçekten hayran kaldım enerjinize” diyorum. Kıkırdıyorlar, şaşırıyorlar, ne demek istediğimi pek anlamıyorlar. Ve tam da bu noktada lafımı sakınmıyorum: 

 “- Ama ben de gördüğünüz gibi kitap okumaya çalışıyorum ve sayenizde başım ağrıyor!” diyorum. En çok konuşanı cevap veriyor gülümseyerek:

- Ne olur hakkınızı helal edin!”

Ben bir şey demiyorum. Şaşırıyorum bu cevaba! Kamusal bir alan olan, yani kendilerine ait olmayan bir yerde bağıra çağıra konuşarak hakkımı yediklerinin gayet farkındalar. Bunun öbür dünyada kendilerine ceza getireceğini düşünüyorlar ve benden “Ne önemi var, elbette helal olsun. Konuşun siz konuşun kafanıza göre!” dememi bekliyorlar! Şaşkınım; çünkü yaşıtları kadar düşüncesizce hareket edecek kadar ergenler; ama “hellallik” isteyecek kadar da büyümüşler!

Bu uyarım sayesinde ben ve çevremdeki en az altı yedi kişi biraz rahat nefes alıyoruz, ama on dakika sonra yine başlıyorlar konuşmaya... İndiklerinde “Oh bee!” diyorum, harbiden mutluluk ile derin derin nefes alıyorum. Ne güzel öğretmiş öğretmenleri helallik istemeyi! Milletin hakkını ye ye, sonra da “hakkını helal et!” demeye zorla, olsun bitsin... Toplum içinde yaşamak bu kadar kolay mı! Suçu işle sonra da helallik isteye varır bu iş. Ne kadar irrasyonal ve kaygan bir zemin! Nasıl da kişisel yoruma müsait! Oysa kurallar var ortada açık ve seçik! Toplum içinde başkalarını rahatsız edecek yüksek sesli ve taşkın davranışlarda bulunulamaz! Çok mu evropai oldu bu cümle...

ne güzel bir an yakalamışım...

Sonuçta olan benim dişi kurtuma oluyor, ve yanımdaki kadının kızların gürültüsü yüzünden yarım kalan hayallerine, ötede belki de migreni tutan adama... İçinden küfür edenleri saymıyorum bile... Ne tuhaf bir şey; yaptığından korkmak ve yapmaya devam etmek...

Bu yazının sonunda “Zamanınızı çaldım, aman hakkınızı helal edin!“ mi demeliyim yani... Yaz abuk subuk, sonra da helallik iste; oh ne güzel kaçış!

Mutlu pazarlar efendim; otobüs günlüklerini anlatmaya devam edeyim mi sizce de...



Devamını Oku